30 Nisan 2010

Cihangir

  • Yan masadaki kel ama uzun sakallı, bol küpeli adam eski sevgilisi tarafından bi jazz sanatçısıyla aldatılmışsa
  • Arka masadaki kadın "modernite" kelimesini cümlesinde üç kere kullandıysa
  • Ordan burdan kediler fırlıyorsa
  • İnsanların ödedikleri hesabın altına imza falan attıklarını düşünmeye başladıysanız
  • Her yerde girilesi tasarım butikleri varsa ve bu butiklerden birinde bi adam konseri için oldukça gay bi sahne kostümü alıyorsa

Kendinizi önce La Bohemia'dan sonra Cemal Süreyya'dan alıntı yaparken bulabilirsiniz.
Ve evet: CİHANGİRDESİNİZ.

29 Nisan 2010

Sınav haftası


Fırına konan kekin kabarıp kabarıp tüm evi çikolata kokutmasını seviyorum.
Uzun zamandır görmediğim bi arkadaşımı yolda tesadüfen görüp telefon numarasını tekrardan almayı seviyorum.
Okulu kırmayı, hatta bunu raporlu yapmayı seviyorum.
Bu koşturmacanın, 4353452636 sınavın arasında da bunları yapmış olmayı seviyorum.

Amelie ne alaka? derseniz, onu da seviyorum. (:

25 Nisan 2010

İnsan beyni

İnsan beynine hayranım.
En ağır travmalardan, böyle bağırış ağlamalardan vs. vs. kısa bi süre sonra olanları bilinçaltına itiyor ya. Çok uyanık. Hemen böyle tıkıştırıyo diplere. Hiçbi şey olmamış gibi. Ve kendinizi KISS dinlerken falan bulabiliyorsunuz. Ya da The Kooks. Yine internet başında, facebook statusünüze ne yazacağınızı düşünürken falan.
Ve bütün bunları elektrik sinyalleriyle yapıyor. Nası elektrik ve fizik dolu bişey bu kadar duyguyu yönetebilir?

"Still I need your sway, because you always pay for it

And I, and I need your soul because you're always soulful
And I and I need your heart, because you're always in the right places"
The Kooks

22 Nisan 2010

Anneler ve Kızları

İstanbul Film Festivali'nin son gününde son seansa falan yetiştik de hafif bi "entelektüelite"mizi korumuş olduk. Buna da şükür.
Film Anneler ve Kızları (evet, annemle gittik :)) Tam festival filmi. Film arası yok, ağır, uzun, duygusal, izlenilesi ama derin falan.
Neyse ki film sonrası Asmalımescit'te Badehane'ye gidip bira-patates yaptık da kendimize geldik.
Garson da yanak gamzesinde bile piercing olan böyle alık alık bakan bi tip... Keş herhalde falan derken siparişlerden sonra "Umm... Sorry, my Turkish isn't really good..." diye gevelemesiyle kendimizden utandık, önyargılarımızı hemen değiştirip, onun interrail gibi bi turda olan ve bu yolculuğu sırasında parasını ordan burdan çıkarmaya çalışan bi gezgin olduğuna karar verdik.

19 Nisan 2010

Maymun iştah!

Twitter da açtım, hayırlı uğurlu olsun mu denir ne denir. (:

http://www.twitter.com/vanilyakaramel

Midpoint terasından yıldızlı yüzüğe, ordan çilekli tarta ve Çukurcuma

Bu Cuma çıkışı Taksim Midpoint'e gittik. Terası Haliç manzaralı zaten, izle dur.
Ben bi chicken panini'yi bölüştüm (Paninilerin bi porsiyona ikişer gelmesi ergonomik. Tamam ergonomik burda çok doğru bi kelime olmadı; ama yazdım gitti işte)
Geyik, muhabbet, yarın başlicak sınavlar öncesi bi stres atma falan... İyiydi, hoştu. Bi de teras manzarasından ötürü kalabalık, cıvıl cıvıl. Böyle "fokur fokur" ortamlar (bu aralar kelime seçme problemi yaşıyorum sanki) insanın enerjisini yukarı çekiyor gerçekten.
Sonra bi sürü kişi daha katıldı, 3 kişilik masadan arka masaya geçildi, masalar birleştirildi, garsonlar uyuz edildi vesaire. (:
Ordan kalkınca da, (bikaç kişiyi bıraktık Midpoint'te canım, öyle yeniçeri ordusu gibi her yere cümbür cemaat gitmek olmaz) Çukurcuma'ya indik.
Butikleri gezdik. Lazy'den çıktık bi antikacıya, ordan bi eskiciye, ordan Zeckie'ye... Zeckie'de harika yüzükler var! Bu kadar uzun bi süreyi parmaklarıma bakarak geçirebileceğimi tahmin etmezdim hiç; ama çok  zarif, çok tatlı yüzükler beğendim gerçekten. Bi de benim yüzük problemim vardır, parmaklarımdan hep düşerler, tam oturan yüzüğüm azdır falan, burdakiler öyle değildi çok hoşuma gitti. (Tabi benim yüzük parmağıma olanların bazıları serçe parmak yüzükleriymiş o ayrı... Napalım buna da şükür...)



Sonra da 49 Café'nin bahçesine oturduk. Hep önünden geçip geçip oturmak isterdim buraya, çok sevindim.  Ve garson kız o kadar tatlıydı ki... Kıramadık onu, çilekli tart aldık. (Zaten garson asık suratlının teki bile olsa, çilekli tarta bi insan evladı nası "hayır" der nası?!!)
Ve tartın makine mühendisi mezunu olup, işini sevmediğini fark ederek istifa eden, böyle tartlar, tatlılar, kekler yapıp cafélere satan bi beyefendinin ellerinden çıkma olduğunu öğrendik. Böyle insanları takdir ediyorum ya, ne cesarettir makine mühendisliğinden istifa edip pastaneciliğe soyunmak... Çok da iyi olmuş, ellerine sağlık.
Feridun Düzağaç'la yan yana masalarda oturmaktan daha ilginç bişey başımıza gelemiyeciğini düşünürken önümüzden arabasıyla Latince hocasının geçmesi de hoştu tabi. Bi de bakıyo böyle "Hah! İşte şimdi sizi yakaladım!" falan diye sinsi gülüşlerle falan. Bi anlık dumurdan sonra "Bonjour Monsieur..." falan diye geveledik de duydu mu bilmem... aman. (:
Ve hayatımda ilk defa bi tip box'a tip attım! Sırf o sempatik garsonun hatrına. Hem de tip box kedi resimleriyle kaplıydı, buna rağmen.


Böyle tart olsun olmasın, keyifli günler geçirmek hoşuma gidiyo. Dün de bunlardan biriydi, onu da artık daha sonraya anlatiym, derslerimin başına oturiym. Sınavlar son hızla çullanmakta...

16 Nisan 2010

Mine Vaganti, Lecce ve Şarap

Haftaya ortak sınavlar başlıyor, hele ilk üç gün fatal derecede korkunç derslerin kombinasyonlarıyla boğazımda düğümlenmekte. Herhalde onun için canım gezip tozmak, keyif yapmak istiyor çok. (Böylece Starbucks kaçamaklarına açıklık getirmenin verdiği huzurla yazıma devam ediyorum)


Dün okuldan sonra koşa koşa Kanyon'a Mine Vaganti(Serseri Mayınlar)'yi izlemeye gittim. Bu gnctrkcll kampanyasını da sömürmekteyim, hoşuma gidiyor. (:
Çok çok uzun zamandır bi film bu kadar keyiflendirmemişti beni. Hani film biter de koltukta çakılı kalırsınız ya, işte öyleydi. Salonun kapısından gerçekliğe adım atmak istemedim, üzüldüm. Tadı damağımda kaldı.
Konusu özgün. Eşcinsel kardeşlerden büyüğünün, bunu kabullenemeyen tutucu ailesine sonunda bu gerçeği açıklamasıyla başlıyor olaylar. Ailenin her bireyi kendi dünyalarında, ayrı ayrı ilginç hikayelere sahip. Abisinin kendisinden önce bunu itiraf etmesi ve babaya kalp krizi geçirtmesiyle küçük kardeş ne yapacağını şaşırıyor. Roma'ya dönüp yazar olma, erkek arkadaşıyla yaşama hayalleri suya düşüyor. Hiç istemediği halde ailenin makarna fabrikasının başına geçmek zorunda kalıyor...

Karakterlerin her biri çekici. Hele Alba. O ne kadındır öyle, tam bir İtalyan kadını. Arabasını sürerken babet giyip arabadan çıkınca çaktırmadan bagajdaki topuklularını ayağına geçiren, kulak hizasındaki dalgalı saçlarını savura savura yürüyen, çoğu zaman seksi, gerektiğinde de iri gözlerini kırpıştırıp kendine acındırmayı da bilen, kızdığı sevgilisinin arabasını sokak ortasında çizip dikiz aynasını da yine kocaman topuklu ayakkabılarından biriyle kıran, Alberta Ferretti elbisesiyle salınan çekici bi kadın. Karizmatik.


Aile çok komik, eğlenceli, samimi. Tipik güney İtalyan ailesi. Bi tek kuş sütünün eksik olduğu kocaman sofralar etrafında birbirlerinin laflarını kese kese uzun ve keyifli sohbetler eden, büyük bi evde herkesin birbirinden haberdar olduğu, kadınların susmayı bilmediği, enerjik bi aile.
Ailenin büyükannesi bilge nine rolünde. Zarif, her zaman söyleyecek derin bi şeyleri olan, yaşına rağmen hala güzel ve film sonunda bizi oldukça şaşırtan, iyi takip edilmesi gereken bi karakter.
Evde kalmış, ayyaş hala herhalde en komik karakterlerden. Bu halamızın penceresinden her gece ayrı bi sevgilisi girer ve çıkarken belli olmasın diye halaya "Hırsız Var!" diye bağırmak düşer. (:
Bi de tabi Tomasso'nun kendi gibi eşcinsel; ama bunu Tomasso'nun ailesine belli etmemeye çalışan, türlü türlü rezil olan arakdaşalrı var ki, katıldım.



Küçük İtalyan şehri Lecce çok güzel. Pastel renkli dar sokakları, güneşli havaları, minik caféleri, butikleri, pastaneleri... İtalyanca ilginç. Birbirlerine laf sokmaya bayılan, dedikoducu İtalyanlar bize çok benziyor. (: İtalya'nın güneyi, Avrupa'nın Türkiye'si ne de olsa.
Filmin müzikleri tapılası! Bi şarkı var ki -jenerikte çalan- hala mırıldanıyorum(yani mırıldanmaya çalışıyorum, pek başarılı olduğum söylenemez) Ve tabi ki bi Sezen Aksu'yla kapanış yapılmış.
Ferzan Özpetek'in eline sağlık, belli ki emek vermiş çok. Tipik Ferzan sofraları, keyifli sahneleri, müzikleriyle dolu iki saat için mutlaka gidin! Günü kurtarabilecek bi film.


Tabi filmden sonra canımız şarap çekmişti, House Cafe'ye gittik. Annem bi kadeh şarabını aldı, ben de minik pidelerle çay...
Zevkten dört köşe oldum dün. Ağzım kulaklarımda, gözlerim gülmekten iyice kaybolmuş, gamzelerim kendini bol bol göstermiş bi şekilde döndüm eve.

Ferzan Özpetek, filminin başrol oyuncularıyla birlikte VOGUE Mart'ta da yer almıştı. Şimdi o yazı daha çok anlam ifade ediyor.

Bugün de gezdim tozdum. Ama onu yarın anlatırım artık, erken yatsam iyi olur. Erkenden güne fit bi şekilde başlıyıp yürüyüş yapmak istiyorum. (Çoğu zaman da yalan olur yani! Neyse, hadi bakalım!)

14 Nisan 2010

Sana büyük bir sır vereceğim, Senden Korkuyorum


Son bikaç gündür akşam yemeklerini Starbucks'ta kaçamak halinde atıştırıyorum.
Her şey eve istenmeyen misafirlerin gelmesiyle başladı. Nereye gitsem, ne yapsam? diye uzun bi süre düşündüm taşındım ve her uzun düşünme taşınma sonrası varılan cevap gibi sonucum en basidiydi: Starbucks!
Aldım kitabımı, attım kendimi evden, koşar adımlarla doğru en yakın Starbucks'a. Karnım da acıkmıştı hani (tamam itiraf ediyorum, çok da aç değildim; ama akşam yemeği saatim gelmişti. Tamam mı!!!). (Hayır sadece gerçeği ama gerçeği itiraf ediyorum ki: akşam yemeği saatim de değildi; ama arada bi tat duygularına da hitap etmek gerek yaa, kuru kuruya içecek gider mi :D )
Böylece etli fajita sandviç ve çay aldım oturdum en köşedeki koltuğa, yayıldım masaya... (Bu arada çay + etli fajita kombinasyonunu tavsiye etmiyorum; zira etli fajita acılı, çayla can yakıyor. Ama ikisi ayrı ayrı güzel:) ). Açtım kitabımı, zaten sürükleyiciydi. Bi saat falan takıldım öyle, gittikçe daha da yayılarak. Uzun zamandır yaşadığım en keyif dolu kaçamaktı. Böyle bi huzuuur, bi kendiyle başbaşa kalma, takmama, hafif bi bohemliiik... :) Şiddetle tavsiye olunur!
Tabi daha sonraki kaçamaklarda ağzı yanan yoğurdü üfleyerek yedi, çayla acılı bişey sipariş etmedi, kepekli pufa yöneldi, mutlu oldu. (:
Starbucks klişe mekan, tikilerin uğrak noktası, ciks kafe, her yerde, Starbucks kusabiliriz falan ama kabul etmeli ki genel atmosferi, renkleri, müzikleri, self-service olayı, ürünleri ve konforu hoş. Yiğidi öldür hakkını yeme. Ayrıca hiçbi çalışan da gelip "Hadi kalk artık!" bakışlarıyla rahatsız etmiyor. Arada gidip böyle de takılınası. Tabi yeni önerilere de hep açığım o ayrı. (:



Bugün bi de Başka Dilde Aşk'a gittim. Çok uzun bi zamandır görmeyi istiyordum, iyi oldu. Hani bi şeyi aylarca planlarsınız da bi türlü gerçekleştiremezsiniz ya, işte bu filmi izlemeyi de bi arkadaşımla planlaya planlaya harap olmuştuk. Yeşilçam Sineması'nın da yardımımıza koşmasıyla üstümüzden adeta bi yük kalktı.
Yeşilçam Sineması'na da ilk defa gitmiş oldum. Kabul, yapay bi mekan, kabul biraz da özenti, kabul çok da film izlencek büyüklükte değil... Ama ben böyle izbe yerlerdeki, yapay da olsa hafif retro, genelde kırmızı-bordo ağırlıklı, kimsenin çok da uğramadığı yerleri seviyorum. Örnek iki: Beatles Cafe. (:

Film hoştu da, herhalde aylardır görmeyi beklediğim için çok da tatmin edici değildi. Yüksek beklentilerle mi gittim nedir?
Bazı gereksiz, hatta saçma öğeler vardı. Kızın işyerindeki sorunları mesela, hiç olmasa da olurmuş.
Ama Mert Fırat'ın performansı çok etkileyici. Çocuğun gerçekten sağır olduğuna inandım da acıdım. And the Oscar goes to... Mert Fırattt! bile dedim içimden.

Aslında Zeynep'le Onur arasındaki aşk çok tatlı. Ve hikaye de (biliyorsunuzdur, sağır bir gençle bir kız arasındaki aşk) oldukça özgün. Hiç engellileri bu şekilde merkeze alan bi film izlememiştim daha önce, hoşuma gitti. Toplumsal mesaj verelim, sağırlara iyi davranalım, yazıktır günahtır onlar da insan olayına çok da fazla girmemiş ki bu da seyirciyi boğmuyor.
Bi de ben çiftlerin ev dekorasyon sahnelerine hemen tav oluyorum ya. Hemen hemen tüm tatlı aşk filmlerinde de var yani, her defasında kanar mı insan? Benjamin Button'da çiftin 40lı yaşlardaki, bi tek yer yatağına sahip oldukları ev sahnesi mesela... Ya da Aşkın 500 Günü'ndeki IKEA evciliği... Bu gibi sahnelere sempatim X'imin yanındaki ikinci X'imden mi kaynaklanıyor, yoksa erkekler de sever mi böyle jelibonik şeyleri?
Her neyse... Bu film bana dokundu, bilinçaltıma işlediğine eminim. Çok mükemmel olmasa da damağımda hoş bi tat bıraktı, okuldan direk eve gelmekten beni kurtardı da hoşça iki saat geçirtti sağolsun. (: Aaa bu arada ikinci yarıda biraz ağladığımı itiraf etmeliyim. Bi de yanındakine çaktırmama çabalarıyla ne zordur o iş, di mi? (: (Ki muhtemelen bu itiraftan da sonra O da bunun farkında artık...)

Peki iki insan hiç konuşmadan anlaşabilir mi?
Evet.
Neyse ki gözlerimiz yansıtıyor.

günün son itirafı: Acilen iPod'um için USB'den bağımsız bi şarj aleti almam gerek! İnsan bi haftadır üşenir mi ya iPod'unu şarj etmeye? Sanki şarj da benim metabolik enerjimden kesiliyor, hayret bi şey. Ama bu sayede metro yolculuklarında kitap okuyan o entellerden olabildim, o ayrı.

10 Nisan 2010

Kucakladın mı sımsıkı kucaklayacaksın arkadaşını

  İnsan balıklama dalmalı içine hayatın
   Bir kayadan zümrüt bir denize dalarcasına

   Uzak ülkeler çekmeli seni, tanımadığın insanlar
   Bütün kitapları okumak, bütün hayatları tanımak arzusuyla yanmalısın


diyor Ataol Behramoğlu ve ekliyor:

  Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
   Yaşadın mı büyük yaşayacaksın, ırmaklara,göğe,bütün evrene karışırcasına   
   Çünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır
   Ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana

6 Nisan 2010

Ayarında(!) miniklik

Bizim ailenin kadınlarında genel olarak bi Düğme Burun tipi var ya. Böyle bi minyonluk, hafif tombişlik, koca yanaklar, minik bi burun ve 36 numara ayaklar. İstisnasız. Niye böyle?

3 Nisan 2010

emir kulu

Lütfi Kırdar'daki APOCP Kongresi'nde SERENAS adına konaklama bölümünde görev alıyorum bu günlerde.
Bi daha "emir kulları"na sert çıkışmicam, onları bağrıma basıcam, koriycam kolliycam hatta eve alıp beslicem.
Desk'imi de bırakamıyorum. Böbreklerim patlicak, midem zaten kendi asidiyle kavruluyo şu anda, onu saldım gitti.

Peki başka otellere yönlendirmek zorunda olduğum misafirler niye bu kadar "çıkışkan"?! Yazık be bana.
Ki İstanbul Film Festivali'ni ve ortak sınavlar öncesi kaçırdığım dersleri de göz önünde bulundurmalıyız.

Evet blog, twitter'ım yok. Twitter'a yazcaklarımı buraya yazıyorum, rahatlıyorum.