28 Eylül 2011

Bazen bazı laflar çok doğru

Yaşamak güzel şey doğrusu
Üstelik hava da güzelse
Hele gücün kuvvetin yerindeyse
Elin ekmek tutmuşsa bir de
Hele tertemizse gönlün
Hele kar gibiyse alnın
Yani kendinden korkmuyorsan
Kimseden korkmuyorsan dünyada
Dostuna güveniyorsan
İyi günler bekliyorsan hele
İyi günlere inanıyorsan
Üstelik hava da güzelse
Yaşamak güzel şey
Çok güzel şey doğrusu.

15 Eylül 2011

"Ben 19'umda Edip Cansever'in kitabını duvara çaktım, bu da şiir mi be dedim"

Bu sözler bana değil, geçen perşembe İstanbul Modern'deki söyleşisine gittiğim Küçük İskender'e ait. Ama tabi sonra ne eşeklik etmişim diyor, Edip Cansever candır, ben ne ukalaymışım diye düzeltiyor hatasını.

Küçük İskender'e karşı tamamen nötrüm aslında. Hiç o "Küçük İskender seven marjinal tayfa"dan olmadım. Şiirde yeni bi söyleyiş getirmiş olmasına, kendi tarzını yaratmış olmasına tamamen saygı duyuyorum; ama ben öyle civcivli, sazlı sözlü şiir sevemedim hiç. Basit, fondötensiz şiircilerdenim. Söyleşisine gitmem tamamen konuşmasını, havasını, ne bileyim tam olarak dalgasını merak etmemden dolayı.
Öncelikle Küçük İskender diyince insan böyle biraz küçük sesli bi şey bekliyo, alakası yok. Adamın sesi kendine, tipine, mahlasına göre kocaman. Okan Bayülgen konuşuyor sandım o konuşurken.
Adamın ağzı laf yapıyor, tabi şair, yapması da gerek bi yerde.
Sanatla ilgili büyük büyük lafları var, katılmadan da edemedim.
"Hayatın içine yayılmış cilveyi fark ettiğimde hem mutsuz oldum, hem kafam açıldı" diyor mesela Küçük İskender. Sanatçıların farklı çalışan bi duyarlılığı, kafası olduğu kesin, bunu kendi de söylüyor.
Sanat, diyor, bir hastalığı hissetme biçimi. İçindeki fazlalığı fark etmek. Sanatçı, bu hastalığını kedinin yaralarını yalaması gibi tedavi ediyor aslında 'sanat yaparken' diyor. Ne de güzel diyor. Hakkaten de sanat, insanın içinden taşan, tutamadığı bi şey. İhtiyaçtan sanatçı oluyor insan. Bildiğimden değil, gözlemlediğimden. Sanat aslında insanın evrim geçirirken yakalandığı bi hastalık, diyor. Hakkaten de bi açıdan öyle. Hayvana bak mesela, yaşıyor, ihtiyacını tatmin ediyor, içgüdüsüne uyuyor, yoksa edepmiş edebiyatmış umru değil.

Marjinal olmadığında ısrar ediyor, neresi kötüyse, işte burayı anlamadım. Normal hayatında gayet sıradan yaşayan, hatta hepimizden sıradan yaşayan, arkadaşlarını çağıran, ne bliym şarap içen, monopoly oynayan biri olduğunu iddia ediyor. Marjinal olmanın nesi kötü ki? Zaten memlekette bir avuç marjinal var, onlar da bunu ısrarla inkar etmesin bence. Bi kamera yerleştirip benim bi günümü izleseniz deli olduğumu düşünürsünüz. Kedimle falan dans ederim mesela, kendimle konuşurum diyor ki epey bi mest oldum burada. Yalnız değilmişssin Eda, hadi yine iyisin dedim kendi kendime.

"Mutsuzluğum benim, tekrar etmektir. İşte o zaman tehlike başlar" diyor sanat anlayışı hakkında ve sıkıştırıyor laf arasına: "Ayrı yataklarda aynı kadınla sevişiyorsam, tekrar etmiyorumdur." Bu da hep aynı tarz şiirler yazdığını söyleyenlere bi cevap olarak döküldü ağzından. Kadın-erkek bilemem, ayrı yatak benzetmesi oldukça karizmatik ;)

Genç kuşaktan kimi görsem ya şiir yazıyor, ya film çekiyor diye de taşı gediğine koyuyor bi ara. Ve gülüyorum. Aklıma Aytuğ Akdoğan ve türevleri geliyor. Adam haklı beyler, diyorum. Hepimizin derdi görünür olmak aslında. Yaşadığımız zamanın, sistemin, herkesin bi şekil birbirine benzetilmeye çalışılması ve anonimleştirilmesinin sonucu belki de. O yüzden büyün bu bloglar, "ben yazıyorum"lar, sosyal medyalar...


Nükteli, hoş, samimi bi sohbeti var bu adamın diyorum çıkarken. Güldürür de, düşündürür de, tipik edebiyatçı. Hafif uyduruk, hafif kaliteli, söyleyecek bi şeyleri olan biri bu Küçük İskender.

7 Eylül 2011

İçiyosam bi sebebi var herhalde

İnsanın içinden geleni/gelmeyeni yapmaya, diline geleni söylemeye, boğazına takılanı ifşa etmeye sadece belli bi alkol priminin üstünde cesaret etmesi resmen üzücü.
Düşündüm de, şu ana kadar o anda içimden ne geliyosa bikaç shot ertesi yaptım en çok. En çok o zamanlar eğlendim.
Yani insanların senin hakkında ne düşündüğünü umursamak o kadar yorucu, o kadar büyük bi sorumluluk ki her an bu yükü taşıyo olmamız çok çılgınca. Bu bakımdan insanoğlu dev bir kedi, hepimizin aslında ne çok "keşke"si var sırf diğerleri yüzünden kursağında kalan.
Aslında tek istediğimiz durup bi an dinlenmek, hani nası diyim, ruhunla bedeninin birleşmesini beklemek. Bi sonraki anı düşünmeden, yarını ertesi günü umursamadan, resmen "koy götüne yae" modu.
Özenip de yapamadığımız tek şey boşvermek. Letting go.
Hayatın getirdiği o kadar çok yük, o kadar multitasking gerektiren sorumluluklar var ki, hani planlı planlı didikli didikli eciş bücüş yaşamak zorunda kalıyoruz.
İnsanın "bırak ya" diyebildiği tek zaman işte o bikaç shot sonrası. Ya da rakı, ya da vodka. Alkol amaç değil yani anlayacağın, araç - dipnot olarak hepsi bi kenara da rakı candır bu arada.

Bi de çocuklar ve sanatçılar bu kafada. Hani o yüzden herhangi bi durumda önce kadınlar ve çocuklar yerine önce sanatçılar ve çocuklara öncelik bile verilebilir, pozitif ayrımcılık.
Çocukken kolay.
Sanatçıysan da daha bi hafif, daha bi tutkulu sanki her şey. Evet, tutkulu. Ama zaten "sanatçı" kabul edilen çoğu iz bırakmış insan da ya alkolik, ya uyuşturucu müptelası. Popi bi örnekle Pete Doherty'yi hiç ayıplamamışımdır ben. Sırf bu anlatmaya çalıştığım şey yüzünden olsa gerek.
İşte o "hayat bana güzel yaee" kafalarını ve sanatçıları seviyorum ben. İnanılmaz klişe; ama "anı yaşayabildikleri" için sırf. Olay being present yani, not in the past nor in the future. Anlatabildim mi?

Sonra "Niye içiyorsun? Nerde içiyorsun? Ne içiyosun? Yaşın kaç / başın kaç /derdin ne? Party girl olmaya mı çalışıyosun?"
Sonra "Ölüm kalım meselesi olmadan Beyoğlu'na gitmiceksin, vazgeçtim, ölüm kalım meselesi olsa bile gitmiceksin!!"

E kolaysa sen içme be kardeşim.

6 Eylül 2011

altı milyar

Ateist
Pesimist
Kemalist
Anarşist
Seksist
Dadaist
Fideist
Realist
Nihilist
Modernist

Ne çok -ist var, ne de çok insan.
En sevmediğim sondan ekleme bu -ist.
Ne çok meraklıyız onu bunu -ist'lemeye, etiketlemeye.

2 Eylül 2011

Travmalar şehri

Her ne kadar gün itibariyle uygun düşse de bu bir "Ah burda olsan, çok güzel hala İstanbul'da sonbahar" yazısı değil. "İstanbul aşkım ben geldim"veya "İstanbul terk edip ayrılıp da tekrar döndüğün-kopamadığın bir sevgili gibi..." yazısı da değil.
Sadece dün Kızkulesi manzaralı bi yerde oturduk. Bugün Baylan'da Boğaz'ın alacalı bulacalı gay ışıklarının yanıp sönüşünü izleyerek kokteyl içtik. Denizse deniz, adaysa ada, boğazsa boğaz, istersen bazen bi de mehtap. İnsanı açabilcek ne varsa bi heybeye konmuş da İstanbul'un sırtına asılmış gibi geldi bir an.
Asya'yla Avrupa birleşiyormuş, iki kıtanın en yakın olduğu yermiş, yok Asya Avrupa'ya kavuşmuşmuş, doğal kaynaklarla teknoloji mi buluşuyor yok efendim jeopolitik olarak idol mü bilemem, bana ne. Sadece inilen her yokuşun denize, hele de böyle bi boğaza çıktığı bi şehirde doğup büyümüş olmak insanı şımartıyor, ben bunu bildim sadece.
Sabah bayram ziyareti akraba eş dost falan için Maltepe'de olup o derme çatma bok püsürden akşamüstü Boğaz'a karşı içebileceğin başka bi şehir tanımıyorum ben.
Travmalar şehri bu.
Okan Bayülgen'i sevmiyorum, adam ukalanın/çirkinin/"Tanrım çok marjinalim ben, sanatçıyım bi kere"nin önde gideni; ama bi kızım olsa adını İstanbul koymayı düşünebilirim. Haklı olabileceği tek nokta belki de.
Hani akıl mantık şehri değil. Dinamik desen aynı zamanda huzurlu, enerjik bi o kadar da sakin, hani eğlenceli ama isterse fena da bayar "Bodrum'da domates yetiştircem" de dedirtir, cıstak cıstak kopuş desen o ruh haline de bürünür, yok elimi eteğimi çektim desen gelir koynuna yatar. Ne bliym, İstanbul'un sanki kocaman bi kostüm & makyaj odası var da diğer şehirlerin yok gibi. Şıllık yani, hafifmeşrep. Ama yani yeri gelirse de iffetli. Stresinden trafiğinden boğar da bi kaşık suda boğmaz.


İstanbul, sen dev bir kedisin.