31 Mart 2010

B ve E yollarda, başları belada

Bi arkadaşım var, ne zaman ikimiz baş başa bi yerden bi yere (genelde de okuldan eve/metroya) gitmek üzere yola koyulsak başımıza bişey geliyo mutlaka ya, nedir bu?

B ve E eve gitmek üzere Taksim metrosuna doğru yürümektedirler. B, o gece E'de kalacağı için ikisi de oldukça sevinçlidirler. Akşamki sleepoverlarını planlama çerçevesinde başlayan konuşmaları gittikçe gayet normal olarak dedikodu şeklini almaktadır. Bu sırada tacizci Greenpeaceçi'lerden en irisi, böyle hafif Hagrid tipli, uzun bakımsız saçlı, benim ebatlarımın enine boyuna iki-iki buçuk katı kadar olanı yaklaşır ve gözünü kestirdiği avlarına "Bi şey sorabilir miyim?" der. B ve E doğal olarak "Hayır..." diyerek tempolarını artırırlar. Adam ısrarcıdır: "Ama çok kısa bişey söylicem gerçekten çok kısa!". B ve E tempoyu bi kere daha artırırlar ve adam bilinçaltını artık tutmaz ve lafı sokar: "Gerçekten çok kısa, sizin kadar!"

B ve E başka bir gün yine metroya yürümektedirler. Bu sefer peşlerine hafif Neandartelimsi, uzun hacı sakallı, yaşını başını almış, elinde bikaç bayrakla garip bi tip takılır. Hava zaten yağmurludur ve B ile E tek bi şemsiyenin altında hızlıca yürümektedirler. Adam gelir ve önce çevreci olup olmadığımızı sorar. Ve hayır, B ve E çevreci değildir. Sonra epilepsi hastalarını anlatır ve bayrak alıp almayacağımızı sorar. B ve E hızlanarak reddeder; ama adam gerçekten ısrarcıdır, 50 Kr yoksa 25 Kr, yoksa 10 hatta 5 Kr'a bile razıdır. B ve E tekrar reddeder ama bi yandan da bu tipten kurtulmaya çalışmaktadırlar. O sırada adam fal gibi bişeyler söyler ve el falımıza bakmak ister. Sonra da gerçekten saçmalar: "İsminizi öğrenebilir miyim acaba? Ben Berk." Oysa ki bu adam doğduğunda "Berk" sadece gerçek anlamında falan kullanılmaktadır. B ve E kendilerini Clinique'e zor atar.

B ve E bu sefer metroda. B oturuyor, E ise ayakta. B'nin yanındaki kara kaşlı kara gözlü yaşlı hanım teyze (evet teyze yaşlı yaşlı olmasına ama maşallah kara kaşlarından hiçbi şey kaybetmemiş), oldukça anlaşılmaz bi aksanla "Yavrum bu metro mu tren mi?" diye sorar. B ve E dumurlardadır. Soru kendilerine sorulmuştur; ancak o ağır aksandan dolayı hiçbi şey anlamamışlardır. Soruyu anladıklarında her şeyin açıklığa kavuşacağını düşünürler; ama işler asıl o zaman karışır. Şokun etkisini üzerinden atan E teyzeye kibarca bindiklerinin metro olduğunu anlatır. Sonra B ve E sohbetlerine geri döner. Bi süre sonra teyze B'ye dönüp kendince dualar okuyup bol maşallah'lı bi şeyler geveler ve muhabbet kurmaya çalışır. B, E'ye "Bir daha seninle yolculuk etmiceeem!" bakışları atarak teyzenin sorularını savuşturur ve ineceği durakta tabanları yağlar.

Evet. B'yle başımıza bela çekmekten bıktık. Bizi yalnız bırakmayacak bir üçüncü arıyoruz. Katılmak isteyen?

29 Mart 2010

The Imaginarium of Dr. Parnassus

Bu cuma The Imaginarium of Dr. Parnassus vizyonda! Çok heyecanlıyım, hem haftaiçi gnctrkcll'in bi bilete ikinci bilet bedava kampanyası da var... Gel de izleme... "O da ne?" mi dediniz. JOHNNY DEPP! Tek bi açıklamam var. JOHNNY DEPP! ve evet, JOHNNY DEPP! JOHNNY DEPP demiş miyim? Hmm, evet. Demişim, dört kez. Evet: JOHNNY DEPP!

27 Mart 2010

İsa'nın gözü üstümde

Bugün bi kilisede bi papaz tarafından "kutsandım" desem?
"Hmm, ok bye." tepkisini duydum, sakın gözlerini kaçırma!

Sabah erkenden kalktım Kuruçeşme'ye yürüdüm, fiziksel aktivitede bulunmuş olmanın verdiği gurur ve yüksek endorfinle Aya Yani Rum Kilisesi'ne girdim. (Hayır kafam güzel değil. O zaman da değildi. Ya da bilmiyorum, endorfin seviyem bi anda fırladıysa... Her neyse, girdim işte kiliseye...)
Bikaç mum aldım, Latince duaları dinledim. O ağır kilise kokusu vardır ya... Böyle hafif yapış yapış falan, onu soludum. Kim bilir kaç çift İsa ve Meryem gözünün önünde papaz ismimi sordu. "Eda" dedim ve elini kafama koyup bşiyler okudu. Oldukça mistikti. Böyle şeyleri çok ciddiye almam, dinle alakam da yoktur... Hepimiz için tek bi Tanrı olduğunu düşünüyorum çoğu zaman zaten.
Ama ilginçti. Sonra dileklerimi diledim. Baktım kesmedi, bikaç tane daha mum aldım bikaç dilek daha diledim. Ne kadar çok isteğim varmış ya dürtülmeyi bekleyen... Hayret ettim.
İşte böyle bi deneyim de yaşamış oldum. İlerde naparım, bi hahama mı okuturum kendimi, kurşun mu döktürürüm bilmiyorum.

Leb-i Derya



Dün Leb-i Derya'daydım. Ki İstanbul'un en iyi restoranlarından biri olabilir.
Manzarası, ortamı, servisi... Tapılası.

Gidin ve parmesanlı levrek graten tadın. Tabi alköllü kokteyllerden biriyle ve peynir tabağı sonrasında. ;) Hatta üstüne de sufle söyleyebilirsiniz, ki çıtır çıtır kabuğunun altında eriyen çikolatasıyla suflenin nası olması gerektiğine ideal bir örnek. Tabi bütün bunları yedikten sonra Tünel'den çıkıp bikaç kere Taksim boyunca yürüseniz anca, o da ayrı bi mesele...
Bütün bunları yaparken akşamın keyfini bi güzel çıkarın, manzarayı izleyin(masa pencere kenarındaysa;)) Gelen geçenleri süzün çaktırmadan; çünkü güzel insan görmek hepimizin hoşuna gider. Ne bliym, mest olun... (: Leb-i Derya bu keyif için ideal mekan!


self-note: Eee hani kilo vercektin, Eda? Atın ölümü arpadan olcak bu gidişle.

23 Mart 2010

Polaroidler



Böyle çok "vintage'ım beeen!" diye bağırmayan ama yine de eski şeyleri seviyorum.
Polaroidler mesela... Hatta şu an polaroidlerin dijital fotoğrafçılıkla beraber yavaş yavaş kaybolması, kartlarının aşırı pahalı olması çok üzücü.
Hepmizde küçük Amelie gibi minik bi polaroid makinesi ve sınırsız kart olsa.....

20 Mart 2010

Lookbook

Lookbook hesabı açtım!!!
Desteklemek için illa bi Lookbook hesabınız olması gerekmiyor, Facebook veya Twitter'dan da yayınladığım look'larımı beğenebilirsiniz. (hype)
Hype please! (:

http://lookbook.nu/user/139213-Eda-U

19 Mart 2010

18 Mart

ONLAR
Onlar ki toprakta karınca,
suda balık,
havada kuş kadar
çokturlar;
korkak,
cesur,
câhil,
hakîm
ve çocukturlar
ve kahreden
yaratan ki onlardır,
destânımızda yalnız onların mâceraları vardır.

Onlar ki uyup hainin iğvâsına
sancaklarını elden yere düşürürler
ve düşmanı meydanda koyup
kaçarlar evlerine
ve onlar ki bir nice murtada hançer üşürürler
ve yeşil bir ağaç gibi gülen
ve merasimsiz ağlayan
ve ana avrat küfreden ki onlardır,
destânımızda yalnız onların mâceraları vardır.

Demir,
kömür
ve şeker
ve kırmızı bakır
ve mensucat
ve sevda ve zulüm ve hayat
ve bilcümle sanayi kollarının
ve gökyüzü
ve sahra
ve mavi okyanus
ve kederli nehir yollarının,
sürülmüş toprağın ve şehirlerin bahtı
bir şafak vakti değişmiş olur,
bir şafak vakti karanlığın kenarından
onlar ağır ellerini toprağa basıp
doğruldukları zaman.

En bilgin aynalara
en renkli şekilleri aksettiren onlardır.
Asırda onlar yendi, onlar yenildi.
Çok sözler edildi onlara dair
ve onlar için :
zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri yoktur,
denildi.

Nazım Hikmet RAN

Biraz geç bi 18 Mart post'u oldu. Olsun, geç olsun, güç olmasın...

14 Mart 2010

Kanyon'da Jazz Esintileri

Ütopik bi şekilde tüm pazarı evde geçirip salı ve çarşamba günkü sınavlarım için oturup ineklemeyi, bitirmem gereken işleri halletmeyi, okumam gereken kitapları okumayı planlamıştım.
Ütopik. Çünkü pazar evde mi oturulur canım?! Hele de Kanyon'da Jazz konseri varsa...



Ve bi kere daha attım kendimi dışarıya. Evde kitaplarım boynu bükük kaldılar. (şeytani gülüş!)

İyi ki de çıkmışım... Hava oldukça soğuktu; ama ikram edilen kahve ve çorbayla idare ederek konserin tadına vardım... Fly Me To The Moon'a çaktırmadan eşlik ettim, Autumn Leaves'de hüzünlendim, My Heart Belongs to Daddy'de adeta zevke geldim.. :)

13 Mart 2010

One way or another, I'm gonna GET YOU!

İnsan bir t-shirt peşinde semtler arası koşturur mu? Koştururmuş. Bugün bunu gördüm.
Ama hazin son: Hiçbir mağazada kalmamış!
Ama bekle beni siyah zemin üstüne renkli puantiyeli, şifon t-shirt! I'm coming for you!

Ve bütün gün evde oturup yapılması gereken tüm işleri bitireceğime dair verdiğim söz... Hmmm... Hava çok güzeldi ya. Gerçekten. Böyle güneş, sıcak... Tam eteklik! Ben de giydim siyah fırfırlı eteğimi, çektim altına botlarımı, bej kazak ve siyah blazer'la da tamamlayarak attım kendimi sokağa... İyi yapmışım. :) Uzun zamandır uzun askılı, küçük siyah çantaya ihtiyacım vardı, bugün kavuştum kendisine. Beraber gayet mesuduz. :)

Ödevler... Tamam tamam, *öhöm* küçük bi gecikmeyle *öhöm* başlıyorum... Hatta başladım! Moleskine'im açık, her şey hazır.
Oh oh... O da ne? Az önce moleskine'e sigara içen bi kurbağa mı çizmişim... Hoş.

12 Mart 2010

Alice In Wonderland

lice In Wonderland'e gittim. Trailer'ını gördüğüm andan itibaren dört gözle bekliyordum zaten. Rengarenk bikaç saat geçirmek, şu kapalı havalarda, stresli, "uf"lu "puf"lu günlerde çok iyi geldi.


Tim Burton. Taparım.
O adamdaki hayalgücüne hepimiz rahatça sığabiliriz, hem de küçülmemize gerek bile kalmaz! :)

Johnny Depp resmen döktürmüş, her filmindeki gibi. Willy Wonka'ya oldukça benzeyebilecek bi karakter oynamış. Ama oyunculuğunu yine konuşturmuş ve Mad Hatter Willy Wonka'dan bağımsız olmayı başarmış. Gülüşleri farklı, konuşmaları, tavırları... Johnny Depp gerçek bir oyuncu. Herkes, her şey olabilir. Üstelik her defasında da sizi kendine hayran bırakarak. Kızıl saç, tamamen yapay nerdeyse neon yeşil göz, kalın kaş, komik bi kılıkla bile karizmatik olan bir adam bu ya. Daha ne olsun.


Burton'un kadrolu oyuncularından, aynı zamanda eşi, Helena Bonham Carter da oldukça iyiydi. Bu kadına piskopat roller gidiyo mu ne... :) Koca kafalı Kırmızı Kraliçe belki de filmin en komik karakteriydi. Acımasız, kompleksli, hafif salak, yine de kendi çapında kırılgan... Helena'dan başkası zaten altından kalkamazdı.

Diğer karakterler de iyi. Ancak Kırmızı Kraliçe ve Mad Hatter'ın yanında biraz sönük mü kalmışlar ne... Anne Hathaway de göz dolduruyor dodurmasına ama... O "asilim ben", "Beyaz Kraliçe'yim" tavırları çok kasıntı kaçmış. Eğreti durmuş.

Film görsel açıdan da çok tatmin edici. Eee, zaten beklenti de bu yönden yüksek.

Yine de Tim Burton'ı Tim Burton yapan o gotik tarzını aramadım değil. O kötü karakterle empati kurdurma olayı çok da yok gibiydi. Gerçi bu kadar renkli ve neşeli olması gereken bi filmde, Harikalar Diyarı'nda, nası bi gotik ortam bekliyosam... Yine de Tim Burton ya..

6 Mart 2010

lot to do

Of. Yapılcak o kadar çok iş var ki. Hemen Ugly Betty moduma girip hepsini hepsini tamamlamam lazım!




self-note: Teslim edilecek 6 proje ödevin, bir öykün, bitirilecek iki kitabın varsa son bir haftaya bırakma bi daha. Lütfen.

NINE

Gecenin 23:59'unda oturmuş post yazıyorsam gerçekten olağandışı bir şey olmuştur.
NINE'ı izledim bu akşam. Hayır hayır... Olağandışı olan sinemaya gitmem değil. :) Ama ilk defa bi film bu kadar kamaştırdı gözlerimi. Jenerikler geldiğinde koltuğumdan hala kalkamamıştım. Resmen gerçek dünyaya dönmek acı vericiydi.



O ne filmdir... O ne görsellik, ne şahane şovlar, ne kostümler, ne oyuncular... Ağzımdan akan suları zor toparladım desem yeridir.
Film, birbirinden güzel kadınlarla (eşi, metresi, ilham perisi, yeni tanıştığı bir moda muhabiri, annesi ve bir fahişe) çevrili ünlü İtalyan yönetmen Guido'nun yeni filmine tıkanıp başlayamamasını anlatmakta. Guido, kıvrak zekasıyla herkesin senaryosunun hazır olduğu, ancak bir kelimesi bile yazılmamış bu filmin basın toplantılarından kaçar. Bi nevi baskıdan, stresten uzaklaşmaya çalışır. Daniel-Day Lewis, bu rolde kesinlikle döktürmüş. İtalyan aksanı son derece başarılı. Aynı anda birçok kadını idare edip arada kalan yönetmenin hakkını tam anlamıyla veriyor. O ne karizmadır... Role cuk oturmuş.



Filmin kadın yıldızlarından (ki Daniel-Day Lewis dışında tümünün kadın olduğunu varsaymalıyız(: ) Penelope Cruz tam bir "metres" olmuş. Beyazperdede resmen büyüyor bu kadın. Başka bi şey oluyor. Metres kaprislerini, hem Guido'ya hem kocasına bağlılığını mükemmel canlandırmış. Küçük sayko'm benim yaa.. :) Nası da tüm dengesiz rollerin üstünden gelir. :) Öyle güzel dans etmiş ki şarkısının biraz sönük kaldığını söylemek mümkün. Bi de filmdeki en güzel kostümlerde Nicole'le kapışır.



Fergie ise ondan beklediğimden çok daha üstün bir performans sergiledi, tüm salondakileri büyüledi. Biraz tombullaşmış yalnız, olsun.. O kumsaldaki dansını sahneye muhteşem taşımış. Biraz Roman havası katmaya çalışmışlar, eh, yine de en iyi Fergie'ye giderdi. Ama şarkısı... MÜKEMMEL. Filmden çıktığımda Fergie hala beynimde "Be Italiiiiaaaan!" diye bağırıyordu.



Kate Hudson... Üzgünüm... ama filmdeki en gereksiz karakterdi belki de. Fazla Amerikanvari olmuş. Ve evet, o da oldukça tombul. Biraz yaşlanmış mı ne... VOGUE muhabirini canlandırıyo olması bile onu gözümde çok yükseltemedi. Yine de hakkını vermek gerek, şarkısı Cinema Italiano'yu iyi söylemiş. Ve şarkının sözlerine tamamen katıldım. :)



Nicole Kidman. Büyüleyici. Göz kamaştırıcı. Diva. Sırf endamı yetmiş ya... Kuğu gibi zarif, bembeyaz, mükemmel. Gerçek bir ilham perisi. O kostümleri taşıyışı, zerafetle salınışı gerçek olamayacak kadar güzel. Peri masalından fırlamış gibi.



Sophia Loren. Yaşayan efsane.



Ve... Marion Cotillard. Kocasının gölgesinde kalan eş rolünde oldukça başarılı. İnsanın içine işleyen hüzünlü bir yüzü var. Çok çok güzel. Kırılgan. Zarif. Ve tekrarlıyorum.. Çok güzel. Audrey Hepburn'ü hatırlatan saçları, mimikleri, yüzü ve tarzı... Marion'u yakın takibe aldım sanırım. İlk şarkısını söylediğinde üzülmüştüm. Hem şarkı hüzünlüydü hem de bi performans daha istedim Marion'dan. Neyse ki o beklediğim performans filmin sonlarına doğru oldukça tatmin edici bi şekilde geldi. O siyah-beyaz dansı, şarkısı, bi şirin bi seksi edası... Bu kızda iş var.



Uzun zamandır bir sinemada bu kadar büyülendiğimi hatırlamıyorum. Müzik, kostüm, dans, sürükleyici konu... Gidilmeli, meli, mel,
 meli...

1 Mart 2010

Cimri


Dün Kenter Tiyatrosu'nda Cimri'yi izledim ve taptıım!
Dekorlarıyla, kostüm, saç başlarıyla, makyajlarıyla, oyuncularıyla her şeyiyle gayet eğlenceliydi. Oyuna zaten lafım yok, Molière'e şapka çıkarırım.
Hatta aynı şapkayı performanslarından ötürü Mehmet Birkiye, Kadriye Kenter, Engin Hepileri, Derya Aslan...'a da çıkarıyorum.
Ve gerçekten komik mizansenleri vardı, oyunun temposu hiç düşmeden sürükleyebiliyordu ki bence belki de bi oyunda en önemli şey. (Gerçi tek perdeye sığdırdıkları için biraz uzundu ve bi ara yine de gerekliydi, hem oyuncular hem izleyiciler için... ama olsun, buna da şükür :) )
Çoğu sahnede gerçekten YARILDIM! Zekice düşünülmüş, emek verilmiş, görsel olarak kesinlikle hitap edici, tam gidilesi bir oyun! :) İnsan kendine kızıyor hatta, ben metni okurken bunu nası düşünemedim falan diye...

Bu arada tiyatroydu, sinemaydı, konserdi, defileydi, carttu curttu... Bu tür yerlerde ön koltukları belli bir boy ortalamasının altında olanlara satmalılar. Yanımdaki çocuğa eğile eğile izlemek zorunda mıyım ben.. Hayır, o bişey değil de, yoktan yere yanındaki kız arkadaşıyla arasını mı açtım ne...
Aman neyse.