26 Aralık 2010

Efsane Geri Dönüyor

Son 4 günün özeti:
  • Tylol Hot
  • Battaniye
  • Peşpeşe izlenen DVD'ler
  • Minoset
  • Üç öğün çorba
  • Öksürük, öksürük, öksürük, öksürük...
  • Baş ağrısı
Yataktan kalkıyorum, kanepeye yatıyorum. Kanepeden kalkıyorum yatağa... Böyle bir kısır döngü işte.
Ama geri dönüşüm muhteşem olacak! Yatağa mahkum olduğum bu dört günde müthiş bi iç yolculuk geçirdim, artık çok farklı bir Eda'yım.

Yok lan, şaka yaptım. Ama geri dönüyorum, özlediniz, itiraf edin! (:

19 Aralık 2010

Feminen

Bi gün ıssız bi adaya düşersem (Ne bliym Oceanic Flight 815'le uçtum falan diyelim) yanıma alcağım diğer iki şeyi bilmiyorum da bi tanesinden kesinlikle eminim: EYELINER!

Sürmediğim gün, bi şey unutmuşum/eksikmişim gibi hissediyorum, bu nası bi bağımlılıktır... Düzgün eyeliner çekmek için harcadığım eforu teste meste etüde falan harcasaydım şu an Boğaziçi'ndeydim. Eyeliner sevdam Audrey Hepburn'le başlamış da olsa, çok ayrı yerlere gitti, böyle Spiderman'in hani simboyisisi vardı da Peter Park'ı ele geçiriyodu ya, o duruma geldi. Hayır yedek yedek Eyeliner var çekmecemde, ya bi sabah kurursa? endişesiyle. Vaziyet fena.

Clinique Liquide Eyeliner, bu arada adadaki eyeliner'ım yani.

18 Aralık 2010

Alaturka

Son bi haftadır Nokia 1100 kullanıyorum. Feneri var, Snake var, T9'u var, daha ne istiyim... Ama tabi bu simple life'a kendi isteğimle dönmedim efendim, pazartesi yaşadığım kaotik travmalar beni bu duruma itti, sıkı durun:

TELEFONUMU TUVALETE DÜŞÜRDÜM!
Hem de ben o güzelim telefonun beyazını bulabilmek için Pendik'e gitmiştim, Pendik'e, anlıyo musun ha, anlıyo musun? Ühühühühühhüühühüühü!

Sınav öncesi stresi falan derken sıkıştım afedersiniz, girdim tuvalete (vücudumun dörtte üçü küçük tabi benim, hemen doluyo, almıyo daha fazla. Bu tuvalet molaları sık yani bende). Çok detaya girmek istemiyorum; ama indirdim pantalonu ve... TANRIIIIIMMM! Dananı kuyruğunun koptuğu yer.
Tuvalet alaturka okul tuvaleti. Umuminin daniskası yani. Tabi o pozisyonda bi şok geçirdim, ki hiç hoş değildi. Telefon resmen cebimden fırladı, kaydı, deliğe düşüp en dibine yerleşti ya LÖP diye. Hayır, insan ne yapar ki öyle bi durumda? Kamera şakası, dicem, o daha kötü oğlum: Tuvalette kamera mı var lan yoksa?!

Kısa bir "beyin donması" anının ardından çıktım, koşarak temizlik görevlilerinin odasına gittim, ordan birini kapıp "Koş teyze koooş! Sifonu çekicekleeerrr!" diye bağıra bağıra kadını da peşimden sürükledim.
Bi de benim kabinden bi kız çıkıyo! Yapıştım yakasına "Sifon... Sifon, çekmedin di mi?" şeklinde, o da herhalde benim çıkarken sifonu çekmeyi unuttuğumu düşünmüş olacak, ben nefes nefese sifoonn diye sayıklarken FOŞ! diye çekti sifonu.
Ben tabi "Allahııım! Allahım! Allahım! Allahım!" şeklinde bir OH MY GOD tepkisi vererek izliyorum sifonun akışını. Telefon orda, tüm haşmetiyle duruyo.
Neyse teyze, eline bilimum katman geçirerek o telefonu aldı, sabunlu su - antibakteriyel jellerle yıkadı, bana verdi. Bi de "Bikaç gün bataryayı mataryayı ayır, kurut" diye de tavsiye veriyo. Oğlumm, kurusa ne yazarr?

Telefon o gün bugündür "telefonum ve bataryaları" şeklinde "kurumakta". Hayır, ellemeye cesaret edemiyorum ki kurusa ne yapayım ben onu.

Karantinaya alın lan beni, ciddiyim. Zaten uyurken cibinliğimin tüllerini de kapatmaya başladım, oto-karantina moduna geçtim.

Şaka gibi.

11 Aralık 2010

Kangurularla okumak istedim

Şeytan diyo ki çek git, Avustralya'da oku üniversiteyi. Ciddiyim.
Logaritmadan, bilmemneyden, limitten geometriden bıkıyo usanıyo ya insan.

Hayır şaka maka, Vakko'da/Harvey Nichols'da, olmadı Beymen'de falan üst düzey bi yerlerde olmak, tüm defilelere davetiye almak istiyorum. O mesleğin adı ne, bilen varsa söylesin.

Ya da şirin; ama adiktif bi mekanım olsun, çok tutsun, iç dekarosyonunu kendim yapiym, dekoratör falan oliym istiyorum.
Ama ÖSS, germe beni. Bak YGS, LYS yeni sistem, onu bile henüz çözemedim, o derece.

4 Aralık 2010

heppi börtdey

Şimdi, haftaya her gün ikişer tane sınavım var. Ve ben bu akşam Bebek'te bi d.gününe gidiyorum. (Yavaş alkışı duyamadım?)

Pazartesiye matematik ve coğrafyayı nası yetiştireceğimi düşünüyorum. Hayır, bi de ertesi gün Fransızcaaa! Tamam, itiraf zamanı: ne kadar kendimi inandırmaya çalışsam da, şu an kafamdaki tek dert: AKŞAMKİ D.GÜNÜ PARTİSİNE NE GİYCEEEEEMMM?

Hayır bana kalsa şöyle gitçem işte:

At ceketi omza, çek skinny pantalonu, al eline sigara, saç-baş dağıt git de tüm gözler sana dönsün di mi?

Şaka yaptım.

2 Aralık 2010

60+

Eve geliyorum, yaş ortalaması 60+ sekiz-on kadın toplanmış, hepsi bi ağızdan dedikodu yapıyo. Evet, anneannemin günlerinden biri.
Ev, hiçbi zaman göremediğim kadar tertemiz, pırıl pırıl. Çamaşır suyu reklamları gibi bembeyaz. Çilingir sofrası kurulmuş, aşuresinden ıspanaklı böreğine her türlü ağız sulandırıcı anneanne yemeği en güzel porselen tabaklarımıza dizilmiş.
Salona geçiyorum, havada bi babanne kokusu (sabun-gül suyu-kolonya-hamur işi karışımı). Tek tek el öpüyorum. Hepsi beni tanımadığım bi akrabaya benzetiyo ("Aynı Selma Hala... Yok canııım yüz hatlarını Zeliha Yenge'mden almış. Ama bak, Emin'i de andırıyo.."), Ulan, diyorum, ne karaktersizmişim, herkese benziyorum. Hadi Selma Hala tamam, hadi Zeliha Yenge de tamam, Emin kim ya? Emin erkek değil mi kardeşim, ne alaka? Haydaa, sineye çekiyoruz mecbur.
Herkes aynı soruları teker teker soruyo: Okul nası? Kaça gidiyosun şimdi? Dersler nası? Galatasaray'dı di mi? Hepsine teker teker cevap verip en kısa zamanda odama sıvışıyorum.

İçerden bağrış çağrış, kimse iyi duyamadığı için ses son desibel, bi hengame, bi Kuran okuma, bi dedikodu...
Tuvalete gidicem, teyzelerden biri giriyo; öteki, kapıda bekliyo. Nöbetleşe giriyolar şerefsizim ya, tuvaletimiz umumi WC olup çıkıyor.

Neyse ki böyle anneanne günleri 2-3 ayda bir oluyo da, atlatıyoruz çok şükür. Bize de kalan hamurişiydi, efendim dolmaydı-sarmaydı, börekti, tiramüsüydü, kekti, aşureydi silip süpürmek kalıyo ki, ee orda da fazla zorlanmıyorum.

25 Kasım 2010

Gençler haberiniz ola: Sağlam kafa, sağlam vücutta bulunur

Mahalle baskısıyla fitness'a başladım gençler. Gidip bi program çıkartmıştım da aylardır bi uğrayıp "fit olmaya" falan tenezzül etmiyodum. Hayır, fit olayım, taş olayım, kolumu sıkınca insanlar gözlerini biceplerimdem-triceplerimden alamasınlar gibi de dertlerim yoktu, mutluydum ben, kendi halimde öyle yuvarlanıp gidiyodum. (Hayır, buradaki "yuvarlanmak" kinayeli değil sevgili okuyucu, o kadar da toplu değilim, yediğime kalorime dikkat ederim, yogamı da ihmal etmem, ok?)

Baktım çevremde herkes bi fitness muhabbeti yapıyo, ne lan bu fitness furyası? dedim, araştırmacı kişiliğimle ve arkadaşımın da baskılarıyla ("Oğlum, bu salı kesin gidiyoruz! Yan yana bantlarda hem koşuğ hem muhabbet eden cool insanlardan olucaz!") çektim eşofmanı, gittim Essporto'ya.

Murphy peşimi spor yaparken de bırakmadı, eksik olmasın. Hayır tüm aletler mi en geniş pozisyonda olur, hepsini tek tek en aşağıya çekiyorum, minyonum ben, anlayın halden. Herkes kaldırıyo ağırlıkları 20'şer 30'ar, ben onların da hepsini tek tek 5 kiloya indiriyorum. Bi de zorlanıyorum falan, nefes alıyorum ağırlık indirriken, veriyorum kaldırırken, patliycam bi gün. Hareketleri zaten çoktan unutmuşum, her hareket öncesi trainer'ı çağırıyorum. Trainer zaten bi süre sonra "Sen ilk defa mı geliyosun ya?" dedi, "Sen yenisin galiba!" deyip yanağımdan makas da alcaktı herhalde de pis bakışlarıma denk gelip sustu. "Tatlım," diyecek oldum "Sence fitness'a ihtiyacım var gibi mi duruyorum?".

Bi de kaldırdığım ağırlık lönk! diye yere düştü de, hiç bozuntuya vermedim. Aaa, ne ayıp! diye düşen ağırlığa da baktım, boku resmen ona attım: "Ne dandik lan, düşüyo yere bu!"

Yan yana bantlarda koşup muhabbet eden cool insanlardan olma dalgasına gelince... Yan yana iki banda yerleştik, tüm cool'luğumuzla senkronize hızlı yürüyüşümüze başladık, muhabbet-şamata-şen şakrak-sen güzel ben güzel kafam güzel ooh... derkeeen kaydım da koşu bandına yapışıyodum az kalsın! Arkadaşım sağolsun, "EPIC FAIL!" diye diye de gülüp herkesin dikkatini üstüme çevirdi, tekrar teşekkürler.

İşte böyle gençler... Ama deneyimlendim, artık gidip tık tık yapıyorum fitness'ımı. Yakında üçgen falan olup gelirsem, karnım baklava, baklava! diye bağırırsa diye diyorum, ben söylemiş oliym de.

17 Kasım 2010

Epic Fail

Ben şaka maka 11 yaşımdan beri o baykuşun gelip "Sizin kız hafif değişik, özel yetenekleri falan var. Hogwarts denen cadılık okuluna almamız gerekicek" diyen mektubu getirmesini bekliyorum ya.
Hala gelmedi, o ayrı. Ama bizim şöminemiz yok, ondan herhalde.
Hayır, "Bi yanlışlık olmuş, sizin baykuş yıllar önce yolda ölmüş, davetimiz ondan yalan olmuş" falan diye bi telafi mektubu yollayabilirler, hiç itiraz etmem. Valla Mekteb-i Sultani'ymiş, Galatasaray'mış, OKS'ymiş hiç tanımam, toplarım pılımı pırtımı giderim Hogwarts'a haa... Noluy ya noluy, söz çok çalışırım, hemen telafi eder sınıflarımı geçerim lan, expecto patronum'dan başlarım lan. Çok çalışırım lan, Quidditch takımına girerim. Hadi be hacı! 

15 Kasım 2010

İstanbul: bir kültür şehri

Bi Cuma ney dersime gidicem, sırtıma asmışım neyi, bi kitap da bakmam gerekiyo, girdim kitapçıya. (Post'a böyle başlayınca da kendimi kahvehanede etrafı dileyici dolu Ekmek Teknesi Heredot'u gibi hissettim ya.. Neyse başladık artık..)

Sırtta neyle dolaşmak zor. Bi kere çok dikkat çekiyo ya, dağılın lan! Bi şey değil, ney o! Dağılın evinize! diye o meraklı bakışları savuşturası geliyo insanın. Bi de işin can ve mal kaybına sebebiyet verebilecek olan tehlikeli bi boyutu da var tabi. Ani dönüşlerde bulunamıyorum birine çarpma korkusuyla. Kıçımla dağları deviriyomuşum gibi bi baskı oluşuyo üstümde, manevra kabiliyetim kısıtlanıyo.
Bi de "Aaaa, o sırtındaki ne?" diye soranlara "Ney" şeklinde cevap verip, bu "Ne?" - "Ney!" döngüsünün sonsuza uzanışı var ki, çok ayrı bi dert.

Her neyse, post'umuzun başındaki o Cuma'ya geri dönecek olursak: Kitapçıda adamın teki "Aaaa, ney mi üflüyosunuz?" dedi. Henüz o aşamaya gelemediğim için "Hayır efendim, ÇALIYORUM" şeklindeki karizmatik cevabı yapıştıramadım tabi, "Evet" dedim. Adam bayağı ilgilendi, aksanlı bi Türkçe'yle kendisinin de ney çaldığını falan anlattı, gittiğim kurs hakkında sorguladı beni. Tabi ne kadar çaktırmamaya çalışsa da, o aksanından ve ikide bir cevaplarımı tekrarlattırmasından yabancı olduğunu anladım.

Bre adam! Bak biz burada yabancıları severiz, tamam. Tamam, biz Türkler misafirperveriz. Normalde ağız dolusu küfreder; ancak yardıma ihtiyacı olan bi turist karşısında aniden yumuşar, melek kesilir, kıt yabancı dilimizle - vücut dilimizle elimizden gelen yardımı esirgemeyiz. Kendimizi sevdirmek için türlü şirinlikler/ikramlar falan yaparız, evet. Ancak, rütbeni bileceksin arkadaşım! Sen ki bi Garp'lısın, ok? Gelip benim memleketimde benim kültürümü benden çok sahiplenme lan! Bi oturuşta benden çok kebap yeme anliyacağın, ne bliym sufizme/ney'e falan durduk yerde merak salma lan! Gelip de bana "velakin"li, "mütemadiyen"li, "mesut"lu falan cümleler kurma!

Kimsin lan sen, çık dışarı, ÇIK!

1 Kasım 2010

Salak ya, yemin ederim geri zekalı bu çocuk... Şu hareketlere bak şu hareketlere...

Bir post'una olsun Kredi kartı aldım heyoo! şeklinde başlayabilen, hesap geldiğinde pos makinesi rica eden, sıkıştığında gidip bi ATM'den para çekebilen havalı insanlardan olmak istemiştim sadece.
Tek derdim, cebimde mümkünse limiti geniş bi kart taşıyabilmekti...
Cüzdanımdaki kart ceplerini Mavi Kartuş Kart, D&R Card, Essporto card tarzı ıvır zıvırla doldurmaktan bıkmıştım, anlıyo musun blog, ha?

Çeşitli baskı, duygu sömürüsü, karne notu sonrası bu isteğimi de elde ettim, etmedim değil...
Wagamama'da güzel bi akşam yemeği sırasında babam "Tadaaaa!" efektleriyle (tamam, bu efekti kendim koydum, babam ortamın heyecanını artırmak için bile olsa böyle sesler çıkarmicak kadar cool bi insan..) kartımı verdi. Bu numarayı ara dedi, şifreni al, kartını aktive et.

Mutluluğun resmiydi Abidin, mutluluğun resmiydi.

Ama Murphy onu yemeğe davet etmemiş olmamıza kızmış olacak, hemen geldi çaldı kapımı. Eve bi gittim ve bir başka "Tadaa!" ile karşılaştım:
KREDİ KARTIM YOK!
Sonraki günlerde tüm Kanyon Cinebonus, Wagamama bıdı bıdı çalışanlarını taciz ettim resmen... Sonuç olarak beni geri arayıp şu an hatırlayamadığım cümlelerle "Sizin o kart hayalleri yarınlara kaldı" dediler.
Sonuç olarak kredi kartını daha aktive etmeden, aldığı ilk saat kaybeden kızın dramını oynadım. Benim "Pos makinesini de getirebilirseniz lütfen..." hayallerim de -evet- yarınlara kaldı.

25 Ekim 2010

Oy verirken şu hususlara.. Bıdı bıdı..

Yok efendim ağaçların yosun tutan tarafı kuzeymiş, çoban yıldızı hep kuzeydeymiş, karınca yuvalarına bakarak yol bulurmuşsun hiç uğraşmayın...
Etrafta A&F eşofman altlı, başı kapşonlu tercihen beyaz pufuduk yelekli, uzun postiş saçlı, "doğal makyaj" ayağına bol pudra ve bronzlaştırıcılı, Timberland botlu veya UGG'lı bi tikicancık görüyosanız, kesinlikle Cadde'desinizdir! İnin en yakın yokuştan aşağı, denize / Caddebostan Sahili'ne ulaşırsınız.

Bakın, apolitizmi kökleyen bi insan olarak bu konularda bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmamak için hiç konuşmuyorum: Ama bu kızcağızımızın bu kombinasyonunu yasaklayan ilk partiye vericem ben oyumu, gerçekten!

Ha aynı parti bi de "Starbucks kapitalizmin babası, hayatta gitmem." şeklinde inat eden, ne bliym Cumhuriyet okuduğunu herkese göstermek için metroda orda burda açıp gazete okuyan, entel gözükebilmek adına Fransız edebiyatından saçmasapan alıntılar yapan, numarasız gözlüklü insanı da yasaklarsa ooh kebap...

Aynı parti Pelin Batu mentalitesini de yasaklasın mesela?

Ya da yogayı spordan saymayan yaşlı teyzenin akbilini indirimli yapmasın...

İşte bu parti, benim oyumu alır, sandıktan EVET!le çıkar arkadaşım!

11 Ekim 2010

Tarihten pazartesiyi çıkar, hiçbi şey kalmaz

Bu post'ta hepimizin ortak paydası, yüz insandan 99'unun müzdarip olduğu (diğer birinin de zaten insanlığını sorgularım ben) Pazartesi sendromundan bahsetmek istiyorum.

Pazartesi haftanın en öcü günü. Pazartesi geliyo diye Pazarlarımı yaşayamam ben mesela. Hani kar tatili olur da, acaba ertesi gün de tatil ederler mi diye düşünmekten kıvranırsın ya, onun gibi.

Pazartesi okul başlayacak, yine karga bokunu yemeden yataktan kalkılacak, diyete başlanacak, bu hafta kesin para biriktirilecek vesaire vesaire... (He son ikisi pazartesi öğlen itibariyle "koy götüne!" şeklinde yalan olur, o ayrı...)

Ama bence insanın lök diye boğazına oturup ordan midesine giden; (karın ağrısı bundan hep, gerçekten.) Pazartesi'yle beraber hep aynı döngünün içinde dönüp durduğumuzu, tekerleğinin içinde dönüp dönüp de bi yere varamayan bi hamster olduğumuzu, monotonluğumuzu, boşluğumuzu, anlamsızlığımızı tekrar fark etmemizdir. Pazartesi sendromu bu açıdan varoluşçuluğa bile bağlanabilir, La Nausée'yi hatırlatabilir, bu illet aslında derin felsefik bi konudur.

Demek istediğim şu ki, o tekerlekte dönüp dönüp duruyoruz da her hafta aynı bokun laciverti.

4 Ekim 2010

Yogayı spordan saymayan kadın, kırdın beni...

İtiraf ediyorum: Kulağa hafif elitist geldiği için başladım yogaya. Elimi verdim kolumu kaptırdım. Kafein alıyo gibi, her hafta üç akşam gidiyorum, nefes al-nefes ver yapıyorum.

Dışarıdan çok absürd bi görüntü aslında. İş tayyörünü çıkarıp eşofmanlarını giyen, saçlarını tepelerinde Hakan Yıldırım modeli yapıp matını kapıp gelen bi sürü tip... Sürekli bohem pantalonlar giyip, kurban bayramını "katliam" olarak nitelendiren, tahminimce vejeteryan, burnu hızmalı-bileği dövmeli zıpçık hippie kızdan, memur/muhasebeci tipli - gözlüklü ve bodur hanıma, prova saatlerini yoga saatlerine göre düzenleyen ve kasketlerle gezen bass gitaristinden, esneklikten zerre kadar nasip almamış ve her hareketi "bitse de gitsek!" şeklinde yaptığı aşikar olan adama toplumun her kesiminden insan...
Hepsi aynı odaya toplanmış, parkelerin üstünde, cıbıldak ayak gözleri kapalı beşik gibi sallanıyo mesela. Ya da aynı kalabalık -yine gözler kapalı- yoga matının üstünde kıvrım kıvrım kıvranmakta...


Efendim, mesele o değil. Bi keresinde birbirimizi-daha-yakından-tanıyalım konuşması yaptığım yaşlı bi teyze "Spor yapıyo musun?" diye sormuştu. Gururla "Evett!" dedim ve ekledim: "Yoga!"
Şöyle bi süzdü beni, dedi ki: "Aaa.. Ama yoga spor değil ki..."

Ulan! Bu yaşlıya metroda yer vermem lan ben!
Ne diyosun teyzeee? Ne diyosun seen? Kendine gel!
Yoga bildiğin spor oğlum. Bildiğin spor! En azından, advanced yoga hakkında bunu iddia edebilirim. Bi kere ardından duş alma isteği hissettiğin her türlü fiziksel aktivite spor olarak kayda geçebilir. Ayrıca, anam ağlıyo be benim o bi saatte. Emeğe saygı, lütfen.

Demek istediğim şu ki, çok pis güneşe selam veririm.


28 Eylül 2010

Mürekkeplenmek ya da mürekkeplenmemek, işte bütün mesele bu...

18 yaşına girince napicam?
Klişe ergen düşüncesidir bu. Kendi adıma, hiçbi şey değişmiycek, kağıt üstünde reşit olacağım, ha bi de "Ya kimlik sorarlarsa??!" korkuları olmadan istediğim yere girip çıkacağım. Hatta 18. yaşımı bu nedenle Public gibi bi yerde kutlamayı düşünüyorum; ancak konumuz bu değil.
18'ine girer girmez çoğu akranımın ne yapacağını söyleyeyim size: DÖVMELENMEK!
Dövme, insanın reşit olduğunu veya 18 gösterdiğini (ya da dövmeci bir tanıdığının olduğunu) gösterebilme, uzunca bi süre ilgi odağı olma, bikaç ay boyunca potansiyel güncel konuşma konusu haline gelmenin kolay yollarından biridir.


Eğer kürek kemiklerine melek kanadı, yok efendim ayak/el bileğine minik kalpçikler, omuz arkasına yıldızlar, enseye latince sloganlar yaptırmayı düşünüyosan sevgili okuyucu, yalnız değilsin. Orjinalitenin peşinde koşarken bütün bu fikirlere kapılan senin gibi yüzbinlerce insan var. (Evet, binlerce dansöz var) Yani bunlar gibi "Ayy çok tatlı!"/"Çok şekeeerrrrr!" dövmeleri yaptıracaksan, hala bi şansın var, VAZGEÇ!

Ama gerçekten anlamlı bulduğun, hayatın boyunca seninle olmasını istediğin bir dövme düşünüyosan, insanlara değil kendine gösterip hatırlatmak istediğin bişey varsa aklında, o zaman da DURMA! Sonuçta dövme bir sanat. Sanatı vücutta taşımak, bence gerçekten derin bi felsefesi olan, anlamlı bi hareket.

Ben mesela... Omurilik çukuruma yukarıdan aşağıya inspire yazdırmak istiyorum. İlham hep benimle olsun diye.

21 Eylül 2010

Evet, herkes bir gün 15 dk.lığına ünlü olacak...

...AMA FORMSPRING'LE DEĞİL ARKADAŞ!
Ben bu Formspring olayına baştan beri karşıydım, şimdi iyice popülerleşip Facebook homepage'imin yarısından fazlasını milletin "I'm having fun with Formspring!" linkleri doldurmaya başlayınca bu konuda dile gelmek istedim.

Tamam hepimiz biraz ben-merkezciyiz, hepimiz özel hayatımızın kurcalanmasından zevk alıyoruz, hepimiz kendimizden bahsetmeyi seviyoruz; ama bunun yolu bu olmamalı, bokunu çıkarmamak gerek arkadaş. Yani Formspring gereksiz bi teşhircilik değil de nedir?! Bi de şu anonim olayı çıktı mertlik bozuldu. Anonimlikten alınan cesareti hayatta hiçbi doping vermiyo ya. Ne o öyle saçmasapan sorular, milletin gizliden gizliye düşünüp kimsenin dile getirmediği, kişinin yüzüne gülünüp de arkasından söylenen tüm laflar bamgüm yazılıyor bu anonimlikle... Nereye kadar...

Ha madem Formspring açıp kaşındın, her türlü en ahlaksızından en absürdüne soruyu cevaplicaksın, yok öyle soru beğenme.

Bi de kendi kendine anonim soru sorup cevaplayan zihniyet var ki amaçlarını hala çözebilmiş değilim. Bu kadar ifşa edilmek istiyosanız konuşun orda burda adam gibi ya, gerek yok bu oyunlara.

İşte öyle... Okul başladı, asabiyetim bundandır.

16 Eylül 2010

FNO İstanbul

VOGUE Tr'yi çıktığı ilk aydan itibaren takip edip biriktirmeye çalışan sadık bi okuru olarak, Fashion's Night Out İstanbul'a kayıtsız kalamazdım, di mi? (:
Ben Nişantaşı'nı düşünüyorum, siz? 18:00'den 24:00'e tüm dükkanlar açık, kokteyller, indirimler, ünlüler, fırsatlar, tarz insanlar... Tanrım! Heyecan yaptım bak şimdi...
Tamam, bu ve benzeri etkinlikler bizi kapitalizmin tam kucağına düşüren(hatta afedersiniz tabiri caizse oturtan), tüketim çılgınlığını körükleyen etkinlikler vesaire vesaire... I DON'T CARE!
Nerelere uğrayacağımı çoktan planladım: Adidas, Accessorize, Bilstore, Topshop(kesinlikle!), Gap, Vakko, V2K Designers, Beymen, Beymen Blender, Midnight Express, Toywatch(bi Toywatch saat deliler gibi istiyorum; ancak diğer tüm mağazalara girmeyi planladığım için buraya sıra gelince elimde avcumda para kalmayacağından eminim...) Koton(tüm ürünler geceye özel %30 indirimdeymiş! Abiiiiiiiiii!) vaktim kalırsa da D&R ve Teknosa tarzı daha unisex mağazalardan tura devam etmeyi düşünüyorum. Tabi arada bi House Cafe molası verebilirim. Bak şimdi mağaza adı sayarken bile ağzımın suları aktı...
Hadi bakalım! (:

Off, bu "cheesy"liği yapmak istemezdim; ama FNO'nun gazına verin gitsin:
you know you love
xoxo

6 Eylül 2010

L-O-V-E

"Çıkmak" ne küçümseyici bi kelime, ne eksik. Birini "çıktığım" şeklinde nitelendirmekse düpedüz hakaret bence. Ya da "çıkıyo musunuz?" Ne biçim bi soru bu? "Evet, çıkıyoruz." Nası bi cevaptır?
Hayır, illa her güzel şeyi etiketlemeyelim, yaftalamayalım, ad koymayalım aramızdakine falan tripleri değil bunlar. Sadece ne bliym.. "Çıkmak" çok yetersiz bi kelime. Yetersizliğinden kaybedip de çirkinleşen bi kelime.
Çıkmak, ortaokulda kalması gereken bi ortaokul kelimesi.
Aranızda bişeyler varsa zaten vardır, özel bişeyler paylaşabiliyosanız paylaşabiliyorsunuzdur ki bu da oldukça hoştur, mutluluk vericidir, gerçekten insanın içinin yağlarını eritir. Bu şeyi "çıkmak" olarak adlandırmak saçmadır, mantık dışıdır.
Yok eğer ilişki; facebook status'ünden millete in a relationship hava atmalara, "romantik" adledilen yerlerde takılıp yemek yiyip sinemaya gidip evlere dağıldıktan sonra mesajlaşmaya, yürüyen merdivende öpüşmeye dayanıyorsa çıkmak budur.
En son birisi "Çıkıyo musunuz?" diye sorduğunda afallamıştım mesela. "Kem küm.. Eee, bilmiyorum." falan gibi tatmin edicilikten en uzak cevabı verip geçiştirmiştim. Hayır, bi yerden bi yere çıktığımız falan yoktu bizim. Gayet stabildik.

30 Ağustos 2010

Kirpinin Zarafeti

Algıda seçici olmamaya çalışıyorum.
Şu aralar Muriel Barbery'nin Kirpinin Zarafeti adlı romanını okuyorum. Çok sevmedim, kasmış resmen. Dilini anlamakta zorlanıyorum, uzun ve klişe tabirle "sanat kaygılı" cümleler falan filan.
Ama şöyle de bir şey var ki: Kitabın ana karakterlerinden biri bir kapıcı bayan. Aslında çok kalifiye ve kültürlü. Rus edebiyatına düşkün, kedisinin adını Tolstoy'a olan hayranlığından dolayı Lev koymuş, gayet iyi insan analizi yapabilen, Hollanda resmini İtalyan resmine tercih edebilecek kadar incelikli zevklere sahip; ancak toplumun işleyişini ve hiyerarşisini aksatmamak adına tamamen aptal rolüne yatan, aklından geçenleri söylemeyen birisi.
Bu sabah annemle marketten dönerken bizim kapıcıya rastladık. Elinde kalın bir kitapla eve dönüyodu. Kitabı apartmandan kimin sipariş ettiğini sorunca, "Yok, kendim için." dedi gayet efendice. Ve eve dönüş yolunda, onun aslında kitap okumayı ne kadar sevdiğini, özellikle Soner Yalçın tipi yazarlara düşkün olduğunu, dizi izlemekten çok da keyif almadığını, bulmaca çözdüğünü falan öğrendim.

Hani bi film izlersiniz, bişey okursunuz bi de aynısını yaşarsınız ya, öyle oldu.
Şunu fark ettim ki, ben de bizim kapıcımızı TV manyağı, kitap okumaktan hiç haz almayan, boş zamanlarında maç falan takip eden biri olarak kurmuştum bugüne kadar. Utandım. Niye böyle önyargılarımız olduğunu çözemedim, bu toplumsal hiyerarşik yaftalama gerçekten absürd. Mahçup oldum adamcağıza karşı. Niye bunca zaman onu öyle yargıladığımı bilmiyorum. Kitap değiştokuşu yapmaya söz vererek ayrıldık.

Böyleydi işte.

Başım göğe ermişti...

... ta ki eve gelip de bacaklarımın çamura battığını fark edene kadar. Zafer sarhoşluğundan anlamamışım yol boyunca. Ama yaptım: Arabanın tepesine çıktım, tepindim, eğlendim, böyle klip çekiyo havalarına falan girdim. Böylelikle de fantazilerimden birini daha gerçekleştirip "Ölmeden Önce" listemden bi maddeyi daha silmiş oldum. Mutluyum. (:

20 Ağustos 2010

Eve Dönüş

Didim'den dün sabah döndüm ve hemen akşam dönüşümü kutlamaya çıktık Nişantaşı Kırıntı'ya. Her şeyi kutlarım ben, bişey olsun mum üfleyelim ne bliym hediye alıp verelim olmadı güzel bi yerde vakit geçirelim... İşim gücüm bu aslında. Doğumgünümü 40 gün 40 gece kutlarım, Didim'e giderken kutlarım, dönüşte kutlarım, bi kere kimyadan 36 aldım diye kutlamıştım sanırım... Ne bliym evdeki kaktüs çiçek açar, hadi kutlayalıııımmm! diye tuttururum... Şimdi de çaktırmadan Ege'nin Bodrum'dan dönüşünü bekliyorum kutlayalım diye.


Didim dönüşü bikaç bi şey biriktirdim:
  • Bi kere erkekler dizden aşağıda mayo giymesin kardeşim. İğrenç ya... Hem rahat da değildir, o ne öyle sudan çıkıyosun kuruması bi dert, kuruyana kadar şlop şlop. Hayır gidin slip giyin falan da demiyorum da makul boyutlarda, ne bliym diz hizasında falan adam akıllı bi mayo bulun geçirin ya üstünüze.
  • Yazlık siestalarını çok özlicem bak. Esen varendadaki salıncakta uyuklamak gibisi yokmuş.
  • Bi de elektro müzikle 300-500 şeklinde ritm tutarak kopan, yolcuları aldıktan sonra "Hazır mısınıııız?!!!" diye neşeyle bağırıp "O zaman LET'S GO!" nidaları atan, böyle kendi kendine DJ takılan bi minibüs şoförü gördüm hayatımda ilk defa. Hala şoku atlatabildiğime emin değilim.
  • İncik boncuk bi tek tatilde alınıyo ya. Böyle de bi tespit yaptım.
  • Eskiden Sultanahmet'te falan görüp de dalga geçerdim kocaman hasır şapkalı çekik gözlü turistlerle de, işin aslı öyle değilmiş. Baktım iş ciddiye biniyo, ıstakoz kıvamına geliyorum yavaştan, hemen kenarları yaklaşık 20 cm'e varan hasır devasa bi şapka aldım da bu ne rahatlıktır. Mis ya... Yakında mayoma parasol de diktirtçem...
  • Sabah sabah serin deniz, bahsettiğim siestalar, kısmen huzurlu yazlık hayatı, bahçeden taze koparılma sebze-meyve... Hepsi iyi güzel de... İstanbul bambaşka be. İstanbul insanın böyle, bağrına demirlediği, fark etmese bile nereye giderse gitsin taşıyıp özlediği yuva. Özledim seni İstanbul...

14 Ağustos 2010

Didim

Pşmbe sabahına kadar Didim'de, bi arkadaşımın annanesinin yazlığında kalıyorum da annane yazlığı apayrı bi şeymiş, ben bunu gördüm. Hindistan!a bi içsel yolculuğa çıkmış gibi hissediyorum.
Ve bu tweet uzunluğundaki entry'yi, nete tek girebildiğim yerin 52352563236 derece sıcakta klimasız bi internet kafe olduğunu hatırlatarak mazur görmenizi diliyorum. (:

9 Ağustos 2010

Günah Çıkarma

Şu hayatta iki elim kanda da olsa, ne bliym birazdan İsrafil sur'a üflicek bile olsa, atıyorum uçak türbülansa girse ve ıssız bi adada lost olcak da olsak; ama o anda hostes getirse asla reddetmeyeceğim, hiç dayanamadığım, karşısında şuurumu yitirdiğim üç şey var (hayır üçten de fazla, ama ilk üçü yazıyorum):

1. DONDURMA! Yani İtalyanı olsun, Maraşı olsun, karamelli, meyveli, çikolatalı, mojitolu, sakızlı... neli olursa olsun dayanamıyorum şu merete yaa... Sivilce çıkarıyorum, hala yiyorum. Bana dondurma rüşveti verin, her işi yaparım, o derece. Gecenin bi yarısı oturup dört top yiyebilirim(ayakta da yerim, hiç önemli değil...) Kaç öğünü dondurmayla yaptığımı bi ben bilirim... Bu aralar favorim Arnavutköy'deki Girandola. Şiddetle tavsiye edilir. Feci öldürücü dondurmaları var. Bebek Mini Dondurma zaten gönüllerin favorisi. Burger King'in böğürtlenli B'kool'u bile şahane. Ay bi de Bebek Midpoint'in oralarda Gelato diye yeni bi mekan açılmış, en yakın zamanda gidip bi tatmak gerek.

2. COLA LIGHT! Ya eskiden ağzıma almazdım Cola'yı, bu yaz alıştım. Sudan çok Cola Light içer oldum. Hayır zararını mararını geçtim, selülit yapıyomuş çok fena. Bi an önce bırakçam, bugün bırakıyorum, aha! bıraktım galiba! sodaya başlıyorum derkeeeen... Hop! Cola siparişi vermişim bile ya. Resmen bağımlılık yapıyormuş, hiç bulaşmamak gerek. Günde iki kutu falan içiyorum lıkır lıkır. Gidişatım hiç iyi değil yani. Üstünde "Dikkat! Bağımlılık yapar!" falan gibi bi uyarı var mı, bilmiyorum. Yoksa dava açıp milyon dolarlar kazanabilirim. Hayır bişey değil, reklamlardaki o Cola kutusu açma sesini duyunca heyecanlanıyorum falan. Ohh buz gibi... noluyo lan bana?!

3. Ve son olarak tabi ki: H&M! Kelimenin tam anlamıyla tapıyorum ya, yok böyle bişey. Hem ucuz hem güzel, oh daha ne isterim yaa... Zaten İsveç markası, bi zaafım vardır benim de herkes gibi İsveç'e ve o İskandinav tarzına. Türkiye'ye geliyo olmasına ne kadar üzülüyo da olsam, nerde bi H&M görsem napıp edip dalarım içine, hiç acımam. Başka nerden 10€'ya bikini, 5€'ya kazak, kışlık bot, deri ceket... nerden nerdeen bulabilirim?! Hayır bavulumu bilerek boş götürüyorum, gelirken H&M dolduriym diye. Her renk poşedi var, iyice saykoya bağladım bu konuda. Yeşil H&M torbası, beyazı, mavisi, her renkten üçer beşer tane... Beş de yetmez on tane, on da yetmez yüz tane! Ver Allahım ver verr! moduna giriyorum bu deli marka karşısında ve bükemediğim bileği öpüyorum.

4 Ağustos 2010

DÖRT AĞUSTOS!

Bugün BÜYÜK GÜN!

Ben hiçbi zaman doğumgünlerini hatırlamayan, böyle yüzeysel şeylere önem vermeyen, hatta o günün kendi doğumgünü olduğunu ilk arayıp kutlayan kişiden fark eden cool insanlardan olamadım.
Yılın diğer 364 günü bugünü bekliyorum ben ya, yapmayın!
Bugün içimin içime sığmadığı, doğumgünü kızı olarak her türlü şımarıklığa hakkım olduğunu düşündüğüm, her isteğimin gerçekleşmesi gereken, kalori hesaplarının yapılmadığı, her gelen telefona/mesaja koşulduğu o ulvi gün!
Bugün BENİM DOĞUMGÜNÜM!
Ve her sene olduğu gibi bi hafta önceden haber vermeye başladım, başlığı da bilerek CAPS LOCK'la yazdım ki, iyice aklınıza kazınsın! (: Bugün 17 oldum tam olarak, sweet 16'ime veda ettim; ancak hala büyüyemedim. Belki de doğumgünümü bu kadar takmadığım zaman büyümüş olcam, hadi bakalım... ^^

Hala kutlamadıysanız 00:00'a kadar vaktiniz var, acele edin! (:

2 Ağustos 2010

Garip Fantaziler

Ben Avril Lavigne'in, Ashlee Simpson'ın kliplerinin her allahın günü televizyonda döndüğü bi dönemde büyüdüm. Kişiliğimin oluşması tam o döneme denk geldi. Haliyle her doğumgünümde bi Ashlee albümüdür (evet CD vardı o zamanlar..), Avril konser biletidir istediğim olmuştur. Avril posterlerinin odamın duvarlarını süslediği, imzalı CD'sini aldığım, eline sırf albüm fotoğraf çekimi için verilmiş elektro gitarı gerçekten çaldığını zannettiğim, punk prensesi(!) modunda dolaştığım zamanlar oldu. Utanmıyorum, hepimiz bi zamanlar rapçiydik, yok efendim Paris Hilton'u sever sayardık, itiraf etmeliyiz ki zımbalı bilekliklerle dolaştık.

Her neyse... Bu itirafı şimdi şunun için yapıyorum ki benim hep bi arabanın üstüne çıkıp orda zıplamak gibi bi fantazim olmuştur. Bu absürd fantazinin tek suçlusu Ashlee Simpson/Avril Lavigne tarzı ergen starların ilk klipleridir! Misal, Avril "Sk8er Boi" klibinde eski yeşil bi arabanın üstünde tepinir. Sonra da çok punk falan filan olduğu için ablamız, zaten kullanmadığı gitarını oraya buraya vurur parçalar vesaire.
Ya da Ashlee'nin "La la" kilibinde (başka bi klip de olabilir...) yine böyle "You make wanna la la!" şeklinde derin anlam barındıran (!) şarkı sözleri eşliğinde bi araba üstünde retro tarz bi mikrofonla performans sergilediğini izledim kaç bin kez.

Demek istediğim o ki, kişiliğinizi oluştururken dikkat edin! Böyle ne idüğü belirsiz fantaziler doğurabilir.
Hayır, yapmadım mı? YAPTIM! Ego tatmini! Hehe. Geçen gün annemin arabasının kaputunda oturdum, bağdaş falan kurdum, eğlendim. Henüz en tepesine çıkmadım, çıkınca foto. çektircem! (: Yakındır!

29 Temmuz 2010

Hüseyin Çağlayan: 1994-2010

Bugün İstanbul Modern'deki Hüseyin Çağlayan:1994-2010 sergisine gittim. Gazetede okuduğum günden beri aklımın bi köşesindeydi sürekli.


Adam yapmış ya... Zaten modanın sayılı saygın okullarından London Central Saint Martins'den mezun olmuş, mezun olduktan hemen bi yıl sonra kendi markasını kurabilmiş ender bi dahi.
Hüseyin Çağlayan modayı sanatla ve teknolojiyle birleştirebilen, mezuniyet defilesinde ipek elbiseleri demirle kaplayıp toprağa gömmeyi akıl edebilen, klarnet şeklinde votka şişesi tasarlıyıp hikayesini anlatabilen, kendi kendine fermuarlarını açan elbiseler tasarlayan, her ne tasarlarsa tasarlasın kendi ruhunu gerçekten veren bi dahi. 
Çoğu sanatçı gibi kendi ülkesinde hak ettiği gibi ilerleyememiş, imkan yakalayamamış, İngiltere'de "Türk", burda "İngiliz" yaşamayı seçmiş. Milletçe adamın, Londra'da kaldığı yıllar boyunca doğal olarak değişen aksanıyla "VÖĞG"telaffuzuyla dalga geçeceğimize değerini bilelim, hiç değilse emeğine saygı gösterelim.
Sergi 24 Ekim'e kadar devam ediyor. Klişe olmak istemiyorum; ama şiddetle tavsiye edilir!

Hele Readings SpringSummer/2008 koleksiyonunun sunumu, ağzı açık bırakır! Kendimi Star Wars'ta gibi hissettim! Kapkaranlık bi oda, camın içinde dönen mankenler ve üstlerindeki taşlı tasarımlar o karanlıkta her yere kırmızı lazerler saçıyor. İnanılmaz.
Hemen çıkışındaki One Hundred and Eleven koleksiyonu da kesin izlenmeli. Finali mükemmel. Elbiseler kendilerini sunan mankenler üzerinde kendi kendine hareket ediyor, sihirli gibi oynayıp form değiştiriyorlar. Hayran bırakıcı.
One Hundred and eleven koleksiyonundan bu balon elbiseyi Lady Gaga da giymişti.


26 Temmuz 2010

Ben pastamı Jude'lu aliym mümkünse

Havanın otuz altı derecelerde gezip durması iyice Garfield'a bağladı beni. Oturduğum yerde eriyorum, eridikçe mayışıyorum, mayıştıkça oturuyorum derken filmlere sardım. My Blueberry Nights'ı da izlemiş bulundum geçenlerde. Tam kız filmi ya, aksiyon-macera-bilim kurguysa olayınız hiç bulaşmayın.
Ve temposu aşırı ağırdı, şu fantazik öpüşme sahnesi için tüm film bekledim!! Çok sarmadı yani.

Ancak Rachel Weisz'e hayran kaldım, kadın karizmatik. Bi an dedim ya ben saçımı kestiriym, dalgalı dalgalı birazı tek gözümün önünde dolaşiym, kırmızı ruj süriym çıkiym havam olsun. Sonra vazgeçtim ya, bu işler sonradan olmaz.

Norah Jones'un sırf sesi değil burnu da güzelmiş bu arada.


Ya Jude Law beni öldürdü öldürdü diriltti. Hayır bi insan hem British aksanlı olup hem bi bereyle bile mükemmel gözükmemeli. Hadi onları yaptın sigara içerken itici ol, di mi? Olmadı, güzel pasta yapma be adam! Serserilerin çekiciliğinin canlı kanıtı işte.

Pasta demişken ağzımdan sular aka aka izledim ben Norah'nın önümde blueberry'li pastayı yalayıp yutmasını ya... Naptın Norah sen?! Ben kuru kayısı, elma mutluydum. Of.

22 Temmuz 2010

Yüz Boyamaca


İlkokul çağındaki kızlarla vakit geçirirken dikkatli olun. Ya eline bi Barbie verin, ya bilgisayar, ya monopoly... Bişeyler yapın; ama sakın "Bak şimdi sana makyaj yapıcam!" dediğinde kendinizi emanet etmeyin!
Ya küçücük kız, masum falan diye makyaj çantanızı hizmetine amade etmeyin!
Üç dakika gibi kısa bi sürede tüm allığım yüzümdeydi! (Ki koyu tonlarını hiç kullanmamıştım bugüne kadar!) Tüm yüzüm parlak pembe ve gözlerimde lacivert rimelle kapı çaldı.
Kim o? diye sormadım çünkü gelen belliydi: MURPHY!
245326262 yılda bi gördüğüm üst kat komşum kibrit istiyodu ve adam gülmemek için resmen kastı. Sonra da "Ne o, yüz boyamaca falan mı oynuyosunuz?" dedi ve ufaklığa dönüp ekledi: "Kıymetini bil, çok iyi ve sabırlı bi ablan var."
Neyse ki yüzümde bikaç bin kat pembe allık vardı da kızardığım pek belli olmadı.

A plus tard!

Nice'ten henüz bu cuma gecesi döndüm, bedenen. Aklım hala orda, tadı damağımda kaldı. İstanbul'a tekrar alışmaya çalışıyorum, yardımcı olmak isteyen?
Düşündüm de, terapiye mi gitsem? Bi kadeh şarabın sıkma meyve suyundan ucuz olduğu bi ülkeden döndüm? Kültür şoku vakası sayılır mı?

Hoşçakal
...bol denizanalı Nice denizi...
Cote d'Azur manzaralı McDonalds
Kaktüslü dondurma (adamlar yapmış!)
 
rahat rahat espadril/yalın ayak takılmak
Checkpoint
Elveda SexShop :(
Sana da hoşçakal Socca..
ve deniz mahsülleri.. (deniz minaresi aşırdım restorandan, evet, hacıda son nokta!)
ve fransız erkekleri, hepinize au revoir! (tamam bunun fransız olduğundan şüpheliyim..)
Seninle Kasım'da tekrar görüşçez H&M, itiraz falan kabul etmem