Algıda seçici olmamaya çalışıyorum.
Şu aralar Muriel Barbery'nin Kirpinin Zarafeti adlı romanını okuyorum. Çok sevmedim, kasmış resmen. Dilini anlamakta zorlanıyorum, uzun ve klişe tabirle "sanat kaygılı" cümleler falan filan.
Ama şöyle de bir şey var ki: Kitabın ana karakterlerinden biri bir kapıcı bayan. Aslında çok kalifiye ve kültürlü. Rus edebiyatına düşkün, kedisinin adını Tolstoy'a olan hayranlığından dolayı Lev koymuş, gayet iyi insan analizi yapabilen, Hollanda resmini İtalyan resmine tercih edebilecek kadar incelikli zevklere sahip; ancak toplumun işleyişini ve hiyerarşisini aksatmamak adına tamamen aptal rolüne yatan, aklından geçenleri söylemeyen birisi.
Bu sabah annemle marketten dönerken bizim kapıcıya rastladık. Elinde kalın bir kitapla eve dönüyodu. Kitabı apartmandan kimin sipariş ettiğini sorunca, "Yok, kendim için." dedi gayet efendice. Ve eve dönüş yolunda, onun aslında kitap okumayı ne kadar sevdiğini, özellikle Soner Yalçın tipi yazarlara düşkün olduğunu, dizi izlemekten çok da keyif almadığını, bulmaca çözdüğünü falan öğrendim.
Hani bi film izlersiniz, bişey okursunuz bi de aynısını yaşarsınız ya, öyle oldu.
Şunu fark ettim ki, ben de bizim kapıcımızı TV manyağı, kitap okumaktan hiç haz almayan, boş zamanlarında maç falan takip eden biri olarak kurmuştum bugüne kadar. Utandım. Niye böyle önyargılarımız olduğunu çözemedim, bu toplumsal hiyerarşik yaftalama gerçekten absürd. Mahçup oldum adamcağıza karşı. Niye bunca zaman onu öyle yargıladığımı bilmiyorum. Kitap değiştokuşu yapmaya söz vererek ayrıldık.
Böyleydi işte.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder