10 Kasım 2011

Bana böyle şeylerle gelmeyin arkadaşım

ÖLÜYORUM ANNE, ANLASANA!
Salı ve perşembeleri annem tae-bo diye bir derse giriyor, sporunu yapıyor da öyle donuyor eve. E tabi bayram geçti seyran geçti, börekler dolmalar sarmalar derkeeeen kıçımın önünü alamadık. Maşallah büyüdü de büyüdü. Evdeki anneanne çok tehlikeli bi olay, sabahları gözleme, börek ve kek kokusuyla uyanıyorsun bi kere. Sürekli bir hamur açma, dolma sarma modu. Sabah kahvaltılarında "pankekine ev yapımı incir reçeli mi süriym yumurtalı ekmek mi kızartiym", "akşama ne istersin? mantı açiym mi?". Evdeki anneanne böyle de bir şey, yüzüne güler arkadan kıçını büyütür yani. İçimizdeki irlandalı resmen, neyse.

Dedim, hadi Eda, azıcık hareket et. Test mest derken iyice duruldun, hadi bi tae-bo'ya git.
Gitmez olaydım.

Ders öncesi "ilk ders"im ya, herkes bi tavsiye veriyor: Kendi limitlerinde yap, yorulunca dinlen falan. Yahu dedim ne yorulucam anam babam yaşında insanlarsınız bırakın allah aşkına, ben burda gençliğimin baharındayım hala yorulma diyo, bi git... diyorum içimden.
Derse başladık. Tabi hareketleri anlamada güçlük çekiyorum, herkes önceden çalışmış gelmiş resmen. Yumruklar tekmeler havada uçuşuyo. Resmen bir salon dolusu insan şiddet saçıyoruz. Havada bi vahşet kokusu. Bir Jackie Chan edasıyla hu haaaa! tempolarıyla tekme atıyorum oraya buraya.
Sonunda bi su içme molası veriliyor. Tanrım diyorum bütün yediklerim eridi, nefes nefese kalmışım, dilim damağıma yapışmış, yüzüm pembenin daha önce hiç görmediğim bi tonunda. E bitiyo galiba derken şöyle göz ucuyla bi saate bakıyorum: Allah'ım! KABUUUSS! DAHA YEDİ DAKİKA GEÇMİİİİŞŞŞ!

Salona ilk girdiğinde bicepleriyle olsuuuun tricepleriyle olsuuunnn üçgen vücuduyla olsuuunn takdirimi ve hormonlarımı kazanan trainer bi anda tüm ihtişamını kaybediyor.

Bi de ben solağım, her harekete solla başlıyorum haydaaa yan tarafımdakiyle uyumsuz tekmeler atıyorum. Hayır kadının kafasını gözünü yarıcam bana kalıcak.
Arka fonda sürekli Rihanna remixleri çalıyo. Only Girl in the World eşliğinde tae-bo yapıyoruz. Bence çok yanlış bir müzik seçimi, ben olsam böyle bir dersin fonuna I Will Survive falan koyarım ki insanlar hislerine tercüman bulsunlar, di mi? I'm a Survivor falan da olabilir.

Oflaya puflaya, tekme tokat, hoca kafasını çevirdiğinde küçük kaçamaklar bilmemne derken ders bitiyor ve ben yığılıp kalıyorum. Orta yaşlılar, sırrınız ne oğlum? Gece kendinizi bala mı yatırıyorsunuz? Tae-bo üstüne yüzmeye giden mi dersiiin, ooohhh beynim açıldı diyen mi dersiiiinn... Yürü git allah aşkına.
Hele bi kadın vardı ki, tekme atarken nası kendinden geçiyo, yumrukları resmen demir yumruk. Kadından tırstım, onun tersine denk gelmeme lazım. Soyunma odasında falan hep gülümsedim kadına, tricepleri var resmen.
OĞLLUUUUUM MANYAK MISINIIIZ DERDİNİİZ NEEE, NEEEE??! İNSAN HAFTADA İKİ KEZ NİYE YAPAR BUNU? ÖFDÖDFÖSGÖRGS :(

İşte dövüş sanatı kariyerim de böylece sonlanıyor. O tekmeler yumruklar falan güzel de anca Tekken Tag'da yani. Üzgünüm.
Ben yogaya devam edicem, golf oyniycam, at binicem, gerekirse polo oynicam. O tarz, anlatabildim mi?

28 Eylül 2011

Bazen bazı laflar çok doğru

Yaşamak güzel şey doğrusu
Üstelik hava da güzelse
Hele gücün kuvvetin yerindeyse
Elin ekmek tutmuşsa bir de
Hele tertemizse gönlün
Hele kar gibiyse alnın
Yani kendinden korkmuyorsan
Kimseden korkmuyorsan dünyada
Dostuna güveniyorsan
İyi günler bekliyorsan hele
İyi günlere inanıyorsan
Üstelik hava da güzelse
Yaşamak güzel şey
Çok güzel şey doğrusu.

15 Eylül 2011

"Ben 19'umda Edip Cansever'in kitabını duvara çaktım, bu da şiir mi be dedim"

Bu sözler bana değil, geçen perşembe İstanbul Modern'deki söyleşisine gittiğim Küçük İskender'e ait. Ama tabi sonra ne eşeklik etmişim diyor, Edip Cansever candır, ben ne ukalaymışım diye düzeltiyor hatasını.

Küçük İskender'e karşı tamamen nötrüm aslında. Hiç o "Küçük İskender seven marjinal tayfa"dan olmadım. Şiirde yeni bi söyleyiş getirmiş olmasına, kendi tarzını yaratmış olmasına tamamen saygı duyuyorum; ama ben öyle civcivli, sazlı sözlü şiir sevemedim hiç. Basit, fondötensiz şiircilerdenim. Söyleşisine gitmem tamamen konuşmasını, havasını, ne bileyim tam olarak dalgasını merak etmemden dolayı.
Öncelikle Küçük İskender diyince insan böyle biraz küçük sesli bi şey bekliyo, alakası yok. Adamın sesi kendine, tipine, mahlasına göre kocaman. Okan Bayülgen konuşuyor sandım o konuşurken.
Adamın ağzı laf yapıyor, tabi şair, yapması da gerek bi yerde.
Sanatla ilgili büyük büyük lafları var, katılmadan da edemedim.
"Hayatın içine yayılmış cilveyi fark ettiğimde hem mutsuz oldum, hem kafam açıldı" diyor mesela Küçük İskender. Sanatçıların farklı çalışan bi duyarlılığı, kafası olduğu kesin, bunu kendi de söylüyor.
Sanat, diyor, bir hastalığı hissetme biçimi. İçindeki fazlalığı fark etmek. Sanatçı, bu hastalığını kedinin yaralarını yalaması gibi tedavi ediyor aslında 'sanat yaparken' diyor. Ne de güzel diyor. Hakkaten de sanat, insanın içinden taşan, tutamadığı bi şey. İhtiyaçtan sanatçı oluyor insan. Bildiğimden değil, gözlemlediğimden. Sanat aslında insanın evrim geçirirken yakalandığı bi hastalık, diyor. Hakkaten de bi açıdan öyle. Hayvana bak mesela, yaşıyor, ihtiyacını tatmin ediyor, içgüdüsüne uyuyor, yoksa edepmiş edebiyatmış umru değil.

Marjinal olmadığında ısrar ediyor, neresi kötüyse, işte burayı anlamadım. Normal hayatında gayet sıradan yaşayan, hatta hepimizden sıradan yaşayan, arkadaşlarını çağıran, ne bliym şarap içen, monopoly oynayan biri olduğunu iddia ediyor. Marjinal olmanın nesi kötü ki? Zaten memlekette bir avuç marjinal var, onlar da bunu ısrarla inkar etmesin bence. Bi kamera yerleştirip benim bi günümü izleseniz deli olduğumu düşünürsünüz. Kedimle falan dans ederim mesela, kendimle konuşurum diyor ki epey bi mest oldum burada. Yalnız değilmişssin Eda, hadi yine iyisin dedim kendi kendime.

"Mutsuzluğum benim, tekrar etmektir. İşte o zaman tehlike başlar" diyor sanat anlayışı hakkında ve sıkıştırıyor laf arasına: "Ayrı yataklarda aynı kadınla sevişiyorsam, tekrar etmiyorumdur." Bu da hep aynı tarz şiirler yazdığını söyleyenlere bi cevap olarak döküldü ağzından. Kadın-erkek bilemem, ayrı yatak benzetmesi oldukça karizmatik ;)

Genç kuşaktan kimi görsem ya şiir yazıyor, ya film çekiyor diye de taşı gediğine koyuyor bi ara. Ve gülüyorum. Aklıma Aytuğ Akdoğan ve türevleri geliyor. Adam haklı beyler, diyorum. Hepimizin derdi görünür olmak aslında. Yaşadığımız zamanın, sistemin, herkesin bi şekil birbirine benzetilmeye çalışılması ve anonimleştirilmesinin sonucu belki de. O yüzden büyün bu bloglar, "ben yazıyorum"lar, sosyal medyalar...


Nükteli, hoş, samimi bi sohbeti var bu adamın diyorum çıkarken. Güldürür de, düşündürür de, tipik edebiyatçı. Hafif uyduruk, hafif kaliteli, söyleyecek bi şeyleri olan biri bu Küçük İskender.

7 Eylül 2011

İçiyosam bi sebebi var herhalde

İnsanın içinden geleni/gelmeyeni yapmaya, diline geleni söylemeye, boğazına takılanı ifşa etmeye sadece belli bi alkol priminin üstünde cesaret etmesi resmen üzücü.
Düşündüm de, şu ana kadar o anda içimden ne geliyosa bikaç shot ertesi yaptım en çok. En çok o zamanlar eğlendim.
Yani insanların senin hakkında ne düşündüğünü umursamak o kadar yorucu, o kadar büyük bi sorumluluk ki her an bu yükü taşıyo olmamız çok çılgınca. Bu bakımdan insanoğlu dev bir kedi, hepimizin aslında ne çok "keşke"si var sırf diğerleri yüzünden kursağında kalan.
Aslında tek istediğimiz durup bi an dinlenmek, hani nası diyim, ruhunla bedeninin birleşmesini beklemek. Bi sonraki anı düşünmeden, yarını ertesi günü umursamadan, resmen "koy götüne yae" modu.
Özenip de yapamadığımız tek şey boşvermek. Letting go.
Hayatın getirdiği o kadar çok yük, o kadar multitasking gerektiren sorumluluklar var ki, hani planlı planlı didikli didikli eciş bücüş yaşamak zorunda kalıyoruz.
İnsanın "bırak ya" diyebildiği tek zaman işte o bikaç shot sonrası. Ya da rakı, ya da vodka. Alkol amaç değil yani anlayacağın, araç - dipnot olarak hepsi bi kenara da rakı candır bu arada.

Bi de çocuklar ve sanatçılar bu kafada. Hani o yüzden herhangi bi durumda önce kadınlar ve çocuklar yerine önce sanatçılar ve çocuklara öncelik bile verilebilir, pozitif ayrımcılık.
Çocukken kolay.
Sanatçıysan da daha bi hafif, daha bi tutkulu sanki her şey. Evet, tutkulu. Ama zaten "sanatçı" kabul edilen çoğu iz bırakmış insan da ya alkolik, ya uyuşturucu müptelası. Popi bi örnekle Pete Doherty'yi hiç ayıplamamışımdır ben. Sırf bu anlatmaya çalıştığım şey yüzünden olsa gerek.
İşte o "hayat bana güzel yaee" kafalarını ve sanatçıları seviyorum ben. İnanılmaz klişe; ama "anı yaşayabildikleri" için sırf. Olay being present yani, not in the past nor in the future. Anlatabildim mi?

Sonra "Niye içiyorsun? Nerde içiyorsun? Ne içiyosun? Yaşın kaç / başın kaç /derdin ne? Party girl olmaya mı çalışıyosun?"
Sonra "Ölüm kalım meselesi olmadan Beyoğlu'na gitmiceksin, vazgeçtim, ölüm kalım meselesi olsa bile gitmiceksin!!"

E kolaysa sen içme be kardeşim.

6 Eylül 2011

altı milyar

Ateist
Pesimist
Kemalist
Anarşist
Seksist
Dadaist
Fideist
Realist
Nihilist
Modernist

Ne çok -ist var, ne de çok insan.
En sevmediğim sondan ekleme bu -ist.
Ne çok meraklıyız onu bunu -ist'lemeye, etiketlemeye.

2 Eylül 2011

Travmalar şehri

Her ne kadar gün itibariyle uygun düşse de bu bir "Ah burda olsan, çok güzel hala İstanbul'da sonbahar" yazısı değil. "İstanbul aşkım ben geldim"veya "İstanbul terk edip ayrılıp da tekrar döndüğün-kopamadığın bir sevgili gibi..." yazısı da değil.
Sadece dün Kızkulesi manzaralı bi yerde oturduk. Bugün Baylan'da Boğaz'ın alacalı bulacalı gay ışıklarının yanıp sönüşünü izleyerek kokteyl içtik. Denizse deniz, adaysa ada, boğazsa boğaz, istersen bazen bi de mehtap. İnsanı açabilcek ne varsa bi heybeye konmuş da İstanbul'un sırtına asılmış gibi geldi bir an.
Asya'yla Avrupa birleşiyormuş, iki kıtanın en yakın olduğu yermiş, yok Asya Avrupa'ya kavuşmuşmuş, doğal kaynaklarla teknoloji mi buluşuyor yok efendim jeopolitik olarak idol mü bilemem, bana ne. Sadece inilen her yokuşun denize, hele de böyle bi boğaza çıktığı bi şehirde doğup büyümüş olmak insanı şımartıyor, ben bunu bildim sadece.
Sabah bayram ziyareti akraba eş dost falan için Maltepe'de olup o derme çatma bok püsürden akşamüstü Boğaz'a karşı içebileceğin başka bi şehir tanımıyorum ben.
Travmalar şehri bu.
Okan Bayülgen'i sevmiyorum, adam ukalanın/çirkinin/"Tanrım çok marjinalim ben, sanatçıyım bi kere"nin önde gideni; ama bi kızım olsa adını İstanbul koymayı düşünebilirim. Haklı olabileceği tek nokta belki de.
Hani akıl mantık şehri değil. Dinamik desen aynı zamanda huzurlu, enerjik bi o kadar da sakin, hani eğlenceli ama isterse fena da bayar "Bodrum'da domates yetiştircem" de dedirtir, cıstak cıstak kopuş desen o ruh haline de bürünür, yok elimi eteğimi çektim desen gelir koynuna yatar. Ne bliym, İstanbul'un sanki kocaman bi kostüm & makyaj odası var da diğer şehirlerin yok gibi. Şıllık yani, hafifmeşrep. Ama yani yeri gelirse de iffetli. Stresinden trafiğinden boğar da bi kaşık suda boğmaz.


İstanbul, sen dev bir kedisin.

16 Ağustos 2011

Tayland'dan Sonra


Dersane başladı, test mest ama benim kafa hala Uzakdoğularda... Dönüş yolunda Bangkok havaalanında kaybolmamı aslında hiç dönmek istemememin bilinçaltı bi yansıması olarak yorumluyorum. (Freud, kedi canını senin) Tam burda önemli bi notu da eklemek gerekir ki Bangkok havaalanı ikibin bilmemkaç kasımında dünyanın en büyük havaalanı seçilmiş ve belki de bu ünvanı hala elinde tutuyor. Z'ye kadar terminal var bi kere, öyle diyim ben size.
Ege'yle babam pasaportlarını ararken ben direk kuyruğa geçtim, hani uyanığım çünkü. Benden sivrisi yok çünkü, adam gibi bekle aileni öyle onlarla beraber aile saadeti stayla gir di mi kontrol sırasına... Yok. Önden koştura koştura girdim. Bi yandan yanımdaki muhtemel Avustralyalı delikanlıyı kesiyorum, bi yandan arkadaki kızın kıyafetini inceliyorum derkeeen sıra bi türlü gelmiyor. Tabi Murphy'yle seviştiğimiz için benden sonra diğer kuyruklara giren herkes içeri giriyor ve ben o kuyrukta abartısız yarım saat kadar bekliyorum. Dünyanın en hantal Asyalısı pasaportumu kontrol ediyor ve içeri giriyorum.

Bu sırada Ege'yle babam beni bulmak için ikibin bilmemkaç kasımındaki ünvanıyla dünyanın en büyük havaalanında A'dan Z'ye tüm terminalleri üç kere turluyorlar. Hayır, bi de etraf bi buçuk metre boyunda beyaz tenli çekik gözlü kız dolu. Binlerce Eda...
Ama beni yeterince tanısalardı doğruca Free Shop'un kozmetik bölümüne, hatta spesifik olarak Clinique, MAC veya Benefit'e gidip orda beklemeleri gerekirdi. Eninde sonunda gideceğim yer orası; ama testesteronlarına verip alınmamayı tercih ettim ve beyaz göz kalemi dahil en ucube kozmetikleri topladıktan sonra pembe pantalonumla babam tarafından tespit edildim, ailecek dondurma almaya gittik.

İşte böyle tatlıya bağlanan (yo gerçekten, çikolatalı dondurma) bir macera da yaşamadım değil.

4 Ağustos 2011

-Naber? -Reşidim, sen??

18 kutlamalarına resmi olarak başlamış bulunuyorum.
Bugün babamla kutladık, adam işini biliyor beyler. Elektra kompleksim bi yana, bu adam evlenilecek adam mı bilemem ama kesinlikle eğlenilecek adam!
Önce Bebek sahilinde park etti arabayı, 18 numaralı park yerine. Geç bakalım şuraya dedi, bi Kadir İnanır havaları falan... Dedim noluyo? Ve tadaaa! Arabanın arkasından Bottega çıkardı ve Ramazandır mübarek aydır dinlemedi, iftara bi saat kala denize karşı şampanya patlattık! İlk defa Bunlar-neyin-kafasında bakışlarını böyle dolu dolu hissettim. Olsun. Bana kalsa ikram bile edicektim: Selam! Ben 18 oldum, reşidim anlıyo musun? Şampanyamdan ister misin?
Evet, yaklaşık 4 dakikadan az bi süre içinde üç kadeh şampanyayı dikip kafalara kafa kattıktan sonra, babam (My heart belongs to Daddy mi çalıyo, bana mı öyle geliyo? Ehe, tamam, sustum.) attı arabaya bizi, doğruca Ulus Sunset'e. Kafanızda soru işareti oluştuysa şöyle yardımcı oliym: İmzalı tabaklarının üstünde sanat eserleri olan, klozete rahat rahat oturabildiğiniz, tüm Boğaz'ı gören, Amerika'da olsa Blair ve Serena'nın uğrak yerlerinden biri olmaya aday bi mekan.
Şef-bilmemkimin-tavsiyeleri falan gelip giderken, 18 yıl öncesinden sardık filmi. Hatta daha da öncesinden. Bi ara Ege babama en sevdiği köprüyü sordu. Öyle bir muhabbet yani... :)

İşte böyle. Kurdelesi saklanacak hediyelerle döndük eve, girdik 18'e.
Daha bitmedi, yeni başlıyor :)
Hadi bakalım!

17 Temmuz 2011

Bangkok yolu yokuştur

Bikaç saat sonra Dubai aktarmalı Bangkok'a uçuyorum. İçimde bi heyecan, aklımda Hangover II, kafamda deli sorular... Hay kedi canımı benim.
Uzakdoğu çok cezbedici, adında bile bi uzak var. Bangkok'ta bi hafta nası geçicek çok merak ediyorum. Bavulumu bi sürü ıvır zıvırla doldurup, Buddha bibloları biriktirip, deli gibi fotoğraf çekip, kıtlıktan çıkmışçasına sushi yiyip gelmek istiyorum.

Dönüşte bi gün Dubai'de kalıncak, alışveriş alışveriş alışveriş...

Şimdi seyahat vakti, keşif vakti.

8 Temmuz 2011

Persepolis

Bugün Persepolis'i izledim. Marjane Satrapi'nin çizgiromanından uyarlama bi animasyon.
İlk defa bi animasyon canımı acıttı benim.
Küçüklüğünden itibaren Şah'ın yıkılışını, İran'daki devrimi, İran-Irak Savaşı'nı Marjane'ın gözünden anlatıyor. Ben böyle bi şey beklemiyordum, çok çok yoğundu - iyi anlamda. Bu zamana kadar izlemediğime pişman oldum.
Bazı insanlar galiba gerçekten bi misyonla geliyorlar hayata. Şu anda vatan haini ilan edilen Marjane'ınki de bu hikayeyi hepimize anlatmaktı sanırım, bikaç kere ciddi şekilde ölümden dönmesi de bundan olsa gerek.
Böyle hayatları duyunca ne hissedeceğimi bilmiyorum. Masal gibi geliyor, kurgu gibi. Ama hepsi gerçek işte, aslında yaşanmış, hepsi olmuş, olmakta.
Şah'ın devrilmesiyle başlıyor film, böylece Marjane 'komünist' olduğu gerekçesiyle yıllarca hapis olan amcasına kavuşuyor. Ve beklenen devrim gerçekleşiyor. Durum daha da beter bi hal alıyor, insanların ideolojileri yıkılıyor, sağlam duranlar ise idam ediliyor. Kadınlar burka'ya, erkekler korkaklığa hapsoluyor. Bütün bunların yanında İran-Irak Savaşı başlıyor. Ve biz bütün bu azabı Merjane'la yaşıyoruz...
Bi diktatör nasıl başa geçer, devrime geçiş süreci nedir - nasıl olur, insanlar aslında ne kadar geri gitmeye meyillidir, cehenneme dönse de insan yurdunu terk edebilir mi, yurtdışında doğulu olup da kendi ülkende yaabncı kalmak nasıldır, bi kadın özgürlüğü için ne kadar savaş verebilir, bi ülke nasıl mahvolur, özgürlüğün limitleri her geçen gün nasıl kısıtlanır...
Bi insan bu kadar acı çekemez dedim, çekmemeli.
Niyetim fakir edebiyatı yapmak değil; ancak her birimiz çok şanslıyız, sadece özgür olabildiğimiz için bile
Tamam şimdi önümüz henüz yaz, güneş kavuruyor. Hepimiz renkli renkli, cıvıl cıvıl filmler izlemek istiyoruz, gülmek istiyoruz; ama hepimiz de gece üçlere kadar ayaktayız. Koyun bi gece Persepolis'i DVD'ye, izleyin. Zaten gelmiyorsa kaçmaz o uyku.

26 Haziran 2011

Stockholm Sendromu


Bugün Muayenehaneme Dokunma! ve Gay Hakları Onur Yürüyüşü'ne katılıp daha fazla ilginç bi şey göremem artık derken hayat beni yine yanılttı.
Akşam AliK ve Ege'yle Starbucks'ta oturuyoruz, huzur muzur, kahve kokusu... Derken Yılmaz Erdoğan saç sakallı - ancak biraz daha kırçal, biraz daha beyaza yakın - uzaktan İstanbul beyfendisi görünümlü bi adam tam yanımızda gazetelere bakmaya geldi. Sonra bize döndü ve uzunca bi tirad attı, tahminimce şizofrendi:

"Şitokolm Sendromu çocuklar! Şitokolm Sendromu! Ne olduğunu bilir misiniz?"
(Burda bizde, ulan bizi kaçırcak da kendine aşık mı ettirecek, hayır kaçırılcak bi tipimiz de yok, noluyo be?! endişeleri...)
"İşte, bunun gibiler (hayali bir adamı göstererek), bunun gibi insanlarda bu sendromdan var! Hayır, geçecek onca yer varken geliyor benim arkamda duruyor. Aaa... ama ben gerilirim, insanlar düşüncesiz, kesinlikle düşüncesiz! Hayır, tolerans edemen ben bunlara. Dolaş yandan geç di mi? Yok, yok. Geliyor, beni rahatsız ediyor, geçemeyeceğini anlıyor - yo yo, yol vermem çünkü! - ve başka bi yol denemek o zaman aklına geliyor! Şitokolm Sendromu, maalesef memleketimiz Şitokolm'lerle dolu!!"
(Oğlum keşke memleket Stockholm'lerle dolu olsa, ne diyosun amca?! Hayır, o bahsettiğin öyle bi psikolojik bozukluk da değil ki... Sen konsepti çok yanlış anlamışsın!)
"Faruken Bayraktare'yi bilir misiniz çocuklar?"
(Iııı... Hayır, beyamca?)
"Kendisi Sütaş'ın böyle inekli minekli karikatürlerini çizer. O da işte böyle tipleri çizer, öööyle bütün gün tren izler bu tipler."
(Sütaş karikatürlerini okuyup kendini entelektüel sanan birini ilk defa görmenin şoku)
"Şitokholm Sendromu'nu bilir misiniz çocuklar? Dikkat edin: Şitokholm! Switzerland değil, Swedish!"
(????????? Seni yemişler bey amca!)
"İşte memleket böyle çocuklar, maalesef böyle. Öğrencisiniz herhalde, sınavlarınızda başarılar!"

Ve bey amca gitti, çok korktum sevgili blog çook.
Şitokholm Sendromu'ndan muzdarip miyim neyim, haydaa!

20 Haziran 2011

Kişisel

Bi yaz tatili daha beklemekte. Her yıl her yıl değişen şeyleri aklım almıyor. Ne insanlar aynı kalıyor, ne arkadaşlar, ne sen ne ben... Geçen yıl sırf "O da orda olacak mı?" heyecanıyla gittiğin yerlere şimdi "O da olacak mı?" korkusuyla gitmediğin insanlar oluyor. Sarmaş dolaşken arayıp sormadıkların oluyor. Geçen yıl yüzüne bakmadıkların, şimdi vazgeçemediklerin oluyor. Olsun, hiçbirimiz aynı kalamıyoruz ki zaten.
Zaman hiç geçmiyor gibi geliyor, bi bakıyosun lisede son yılına giriyorsun. Bitse de gitsek'ler bi burukluk oluyor işte.
Kafa karışıklıkların oluyor, anlam veremediklerin oluyor. Bi yılda tepetaklak devrilen ilişkiler oluyor. Sabah ilk günaydın demek istediklerin şimdi bi merhabalık yer kaplamıyor.
Ben bu değişimden çok korkuyorum işte. Zaman böyle gelip geçiyo ya, yakıp yıkıyo ya, o benim en büyük korkum. Vay be, diye eskileri hatırlıyosun ya. İşte benim en çok yutkunduğum anlar, o zamanlar.
Ne kadar yol aldım, diye bakıyorum bazen. Bilemiyorum. Akıllanmak da istemediğimi fark ediyorum çok.
Hiç akla gelmeyecek şeyler insanın başına geliyor. Başa gelen çekiliyor. Böyle böyle bi yıl geçiyor.

Şimdi önümüz yaz... Güneye ineriz belki, alacak nefeslerimiz var daha çok. Affedeceklerimiz var, affetmeyeceklerimiz var. Hatırlayıp güleceklerimiz var, henüz yaşamadığımız güleceklerimiz var. Değerini sonradan anlayacaklarımız var. Daha çok var...

27 Mayıs 2011

Tasarım Alaturka


Bugün Akaretler'de Tasarım Alaturka adlı sergiye gittim ve uzun bi zamandır böyle eğlenceli tasarımlar görmemiştim.
Sergi Autoban'ın hemen yanındaki küçük odacıklarda. Acaba yetişemeyecek miyiz diye korktuk da neyse ki akşam sekize kadar açıkmış, bu modern sanat'ın kolay erişilebilirliğini seviyorum ben ya (:
Serginin olayı Alaturka motifleri mümkün olduğunca tasarımın içine yedirmek, ki bu zamana kadar tasarım hep Batı ve özellikle de Avrupa'yla ilişkilendirildiği için de özgün bi proje. Zaten Kader Kısmet adlı bi sosyal sorumluluk projeleri de var ve Orhan Gencebay t-shirt'lerinin gelirleri Sulukuleli kadınlara yardım için kullanılıyor.
Tasarımlar birbirinden güzeldi de en çok Türkçe pop şarkısı yazdırtan zarlar hoşuma gitti. Tasarımın adı Salla Gitsin ve bikaç zar var, zarların altı yüzünde klasik bir Türkçe pop şarkısında geçen klişe kalıplar var: Yar, gittin gideli, yüreğim, seni özlüyor, deli yar, ahh, buz kesti gibi ve gerçekten de her sallayışımda bi nakarat çıktı, oldukça komikti. Böyle yazılmış bi şarkıyı dinleyebileceğiniz kulaklık da yerleştirmişler, ki dinlerken kıkır kıkır gülüp milletin garip bakışlarını çektim üstüme.
Parmak şeklinde kulak çubuklarını gördüğümde ise iğreneyim mi güleyim mi bilemedim.
Starbucks bardağı şeklinde ince belli çay bardağını (Starbucks logosu yerine Tavşan kanı logolu hem de!) almak istedim; ancak onlar satılık değildi. Plastik olduğu için sağlık bakanlığından izin alamadık insanlar gerçketen kullanmaya kalkmasınlar diye bi açıklama yaptı görevli, utandım kendimden. Elde yıkamak gerek herhalde diye hesaplar yapmıştım çünkü...
Bozulan televizyona, sinir bozan eşe dosta fırlatmak için Bunerang Terlik var, fırlatınca geri dönüyor.

Emrah şeklinde Stencil var, serginin en popüler parçası.

30 Mayıs'a kadar gidin bi gezin görün, eğlenin derim ben. Giriş ücreti de yok, ohh miss... (:

14 Mayıs 2011

Italiano

İtalyan olan hiçbi şeye objektif yaklaşamıyorum - ki bu beni endişelendirmiyor değil. Ama bayrağının renklerini mozarella - domates - fesleğen üçlüsüne dayandıran bi toplum sevilesi değil de nedir... Adamlar tam keyif adamı, nası bi İtalyan - Akdeniz aşkıyla yanıp tutuşuyorum, anlatamam. Mutfağı, (ve burda margherita pizza'sından lazanyasına, Roma dondurmasından tiramisüsüne, rissotto'sundan gnocchi'sine, spaghetti bolognese'inden ravioli'sine kışkırtıcı lezzetlerden bahsediyoruz!), espresso/kahve geleneği, Akdeniz karakteri, mimarisi (Pisa'dan Colesium'a, Sforzesco Şatosu'ndan Trevi Çeşmesi'ne, Davud Heykeli'nden Caserta Sarayı'na yapımı gerçekten deha gerektiren inşalar!), tasarımda dünyanın belki de en önde gelen ülkelerinden olması, modada başı çekmesi (bknz: Dolce & Gabbana, Giorgio Armani, Fendi, Prada, Gucci, Salvatore Ferragamo...), ne bliym Nutella'sı, sokaklarında dolaşan Vespalı takım elbiseli iş adamları deli ediyo beni. Hani yakında Berlusconi'ye bile sempatiyle yaklaşıp, ama adam keyif adamı bee, işini biliyo, ooh vur patlasın çal oynasın Berlusconi! diyebilirim, o derece. Bavulumu topliyim Lecce'ye uçup orda yaşamak istiyorum. Bi ara bütün bu "çılgın proje" dalgası çıkmadan önce kendi çapımda çılgın projeler yapıp üniversiteyi Scuola Politecnica di Design / Milano Tasarım Okulu'nda okumayı bile düşündüm. İtalyan Üniversitesi açılıyomuş İstanbul'a, hani içten içe mezuniyetime yetişsin diye dua etmişliğim vardır.
Ferzan Özpetek ve Caffe Néro takıntılarımda bu İtalyan aşkımın büyük rol oynadığını düşünüyorum.
Akaretler'de Cafe d'Alfredo diye bi İtalyan restoranı var, gidip görülesi, lazanyası, margherita pizza'sı mutlaka tadılası. Ortamı gayet hoş, yemeği sunuşları, karizmatik & hafiften Issız Adam'ı andıran şefi, servisi, lezzeti tam kıvamında. Fiyatları biraz tuzlu; ama Akaretler deyip geçmek lazım, zaten fiyatının karşılığını kat be kat keyifle geri ödüyorsa bence kesinlikle hak ediyordur.






29 Nisan 2011

Nükleer santralden zararlı Greenpeace'çi: Nükleer Kafa


Tüm suç benim, tüm hata bende. Mea culpa yani... Sen ne diye gidersin de mektebin önünde durur beklersin, tam kurbanlık koyun ya!
Geldi bi çevredostu Greenpeace'çi "aa ama anketör değilim"ci anketörün teki, parlak gülüşü ve muhtemelen tamamen organik, rüzgar santrallerinden veya güneş panelinden elde ettiği enerjisiyle MERHABAAAA! şeklinde. Hayda.... Genelde göz temasından kesinlikle kaçınma, yanlışlıkla temas kurulması halinde kulağa iPod takma, çok acelem var! havasında hızlı ve emin adımlarla yürüyüp geçme, takmama, en olmadı "Bof.. Mais je comprends pas turc chérieeee?!" şeklinde roleplay gibi ustaca taktiklerle geçiştirebiliyodum bu tür tacizleri. Ama o an elimde Uykusuz (yani "mais je comprends pas turc, tu parles français?" olanağı ortadan kalkıyor), aheste aheste mektep kapısının önünde bekiyordum ("çok acelem var!" adımları ve göz temasından mümkün olduğunca kaçınma gibi taktikler de işte bu noktada sönüyor)
Hayır kerata bi de temiz yüzlü, bi de güzel, tersleyemiyosun. "Nükleer hakkında ne düşünüyosunuz?" dedi yine o güneş panelinden veya hidroelektrik santralden elde ettiği beleş, taze enerjiyle. Hayda... "Ben karşı değilim" dedim. Hay demez olaydım. Sevgili Nükleer'in yüzünde Shrek'teki çizmeli kedinin masum ifadesi belirdi, o hidroelektrik santralden gelen enerji bi anda gitti ve incelen bi sesle "Ama nedden?" diye sordu (Bu nedden çok önemli; zira vurgu acındırmak için d harfinde). Herkesin var kardeşim, etrafımız nükleer, kaldır hidroelektriği, suyu muyu rüzgar çanakkale alaçatı boşver bunları bebişim bizim de olsun bi nükleerimiz. Tabi böyle bebişim'li konuşmadım (Sosyal kural no 42: Karşındaki ne kadar hoş olursa olsun ilk gün bebişim moduna geçme). Kibarca böyle böyle arkadaşım, why not nükleer?! dedim.
Bi ara Greenpeace'i biliyo musun? diye de sordu Nükleer. Tabi ki??! dedim gözlerimi abartılı bi şeklide devirerek.
Greenpeace: Her yerde yeşil gücü adına eylemler yapan, taksim meydana gidene kadar köe kapmaca oynadığınız ve enerjilerini fotosentezle sağlayan, çocuklarınızın bu gidişle üç gözlü/yarım kulaklı ya da kulaksız/tek kollu falan doğacağı kehanetlerinde bulunan aktivistlere sahip çevreci örgüt.

Sevgili Nükleer başladı Japonya'dan, düz gitti Çernobil'in Karadeniz kazazedelerinden, en son çocukların üç gözlü doğsun ister misin? ' den çıktı. Bayağı da uzun konuştu; ama takip edemedim. O sırada Nükleer Kafa'nın o nur yüzündeki çilleri sayıyodum, iri gözlerini inceliyodum, kirpikleri kıvrıkmış çok güzel! bile dedim bi ara, öyle yani. En son kredi kartım yok! dedim ve böylece çevreci maceram sona erdi. Seninki kaç cm? diye soramadım Nükleer Kafa'ya içimde kaldı, yanarım yanarım ona yanarım...

25 Nisan 2011

Yine Yine Yeniden..

Sonunda blogspot açıldı! Ohh be!
Tabi bu arada millet DNS ayarlarını değiştirdi, ben bilgisayarın hiçbi tekniğinden anlamadığım için öyle şeyler yapamadım, kuzu kuzu bekledim "yazıyom ben yaaee!" modunda.
Blogspot açılana kadar aaa! blog açık olsa da yazsaydım şunu, dediğim bi sürü olay oldu, bi sürü de yer keşfettim. Tabi şimdi hiçbirinin tazeliği kalmadı.
Bütün bu sırada ne idüğü belirsiz havalar geldi, istanbul shopping fest bitti, Taksim'in göbeğine bi avm açıldı (tamam şimdi oldu mu? olmadı... ama içinde ARBY'S var oğluuumm ARBY'S! ALLLAAAAAHHH!) benim sınavlarım sağdan soldan bi saldırıya geçti, inanılmaz hatalar yaptım da atlattım, burası seks otobüsü değil! rezaletini burası seks okulu değil! , burası seks teknesi değil! inin lan tekneden, kaldırmam bak bu tekneyi! şeklinde her şeye uyarladım, bu rezalet bi de öpüşen çiftler tarafından protesto edildi (yürüyün be gençler!), YGS şifreleri açıklandı, millet kazı-kazan gibi / iddaa oynar gibi matematiklerden full çekti, paskalya bile geldi geçti ya...

Neyse şimdi sevişme vakti..

22 Şubat 2011

Berlin Oda Orkestrası

Cumartesi CRR'de Berlin Oda Orkestrası konserine gittim iki arkadaşımla. Konserin yaş ortalamasını bayağı bi düşürdüğümüze inanıyorum. Hayır, herkes pür dikkat dinliyo, orta yaşlı bi çift müziğin ritmiyle kafalarını sallayıp el ele gözleri yaşlı kendilerinden geçiyo, herkes çalan konçertoları ezbere biliyo, böyle bi inside joke'lara gülmeler bi kasıntılar bi havalar... Valla böyle yabancılık çekmedim ben. Bi kaykılıyorum koltukta, cıııırtttt diye ahengi bozan bi gürültü çıkıyo, yanımdaki iki arkadaşım gülüyo, onlar güldükçe herkes bize bakıyo. Onlar zaten kendi aralarında bi ortam yapmış, bi katılamadık falan...

Şaka bi yana, bayağı da güzeldi konser. Ender Sakpınar şefliğindeki orkestra Mozart ve Joseph Haydn'dan konçertolar çaldılar. Müzik ruhun gıdasıdır'ı yaşadım resmen. Ve hayatımda ilk defa obua dinledim, çok hoşuma gitti. Ben obua'yı şehir efsanesi falan sanıyodum ya, hiç de değilmiş. Çok güzel bi sesi var, hafif ağlak.

18 Şubat 2011

Kapitalizmmm!

Nolur biri "Şaka" desin.

15 Şubat 2011

Ugly Betty

Sömestrda yeni bi ben olucam, efsane geri dönüyor hem de çok pis bir şekilde! falan gibi bi niyetim yoktu hiç. Ancak, insanlık için küçük, benim için kocaman bi değişiklik oldu hayatımda: Gözlük takıyorum artık! Yes bebişim, doğru okudun.

Her şey tahtadaki yazıları yanımdakinden, ordan burdan geçirdiğimi fark etmemle başladı. Sonra algıda seçicilikten mi bilemem, evde de filmleri uzaktaki koltuktan izleyemediğimi fark ettim, altyazıları takip edemiyordum çünkü. Şaka yollu olarak da "Ben galiba Kadın Kokusu'ndaki Al Pacino oluyorum, atarlı değil mi?!" falan yapıyordum. Her şakada bi gerçek payı derkeeen...
En son ikokul üçte bi göz doktoruna gitmiştim de şahin gibi gözlerim olduğunu söylemişti. Yani ben oraya yormuştum. O gün bugündür de eye of the tiger modunda gezerim. Gezerdim - sömestrda göz doktoruna muayeneye gidinceye kadar...
Kadın soruyo: Yazanı okuyabiliyo musun?
Dalga mı geçiyosun bebişim diye yanağından makas alcaktım kadının. Duvarda A4 ebatlarında, kafam kadar bi K harfi... "Yok canım, okuyamıyorum. El yordamıyla buldum zaten burayı.." dicektim de tuttum çenemi.
Sonra harfler küçülmeye başladı.
Valla TAO desem değil, TAC desem hiç değil. TAÇ mı acaba? TAÇ herhalde, saç bandı gibi falan diye TAB yazan yere TAÇ dedim. Bi de absürd absürd heceler seçmişler, bi manası yok hiçbirinin. En son gözlük! dedi de kaldım. Sadece derste, sinemada, film izlerken, bi şey okurken tak dedi. Eee nerde takmicam hacı?!

Her neyse o günden beri 38965 optikten başarısızlıkla ve YAPAMİCAM GALİBAA! YAPAMAAAM YAPAAMAAM! çığlıklarıyla fırladım çıktım. Hele bi tanesindeki satıcı "Ben yedi yaşımdan beri takıyorum" demesin mi? O an kafamın içinde minyatür Edalar oraya buraya eller havada panik içinde koşturmaya başladı!

En son babamla gittik, bildiğin Johnny Depp kemik çerçeve gözlüklerden aldık bordo renginde, döndük. Bi de ince çerçeveli alcam. Nerd glasses şeklinde dolaşıyorum. Korkuyorum blog. Yani insanın annesi bile UGLY BETTY! diye eğleniyosa, kan bağı taşımadığı kişiler artık dörtgöz mü der, enteeeeellll mi der bilemem...

8 Şubat 2011

Bi elinde cımbız, bi elinde ayna olamamış be Frida


Pazar günü Pera Müzesi'nde Frida Kahlo ve Diego Rivera'nın sergisine gittim. Ondan önceki gece de Frida filmini izledim. Genelde biyografik filmler sıkıcı olur, ne bliym ben çok sevmem. Frida bu konuda bi istisna. Çok renkli, böyle cıvıl cıvıl; ama tabi Frida'nın hayatındaki tüm trajedileri de açığa vurması açısından hüzünlü. Müzikleri şahane, ayrıca Salma Hayek Frida'dan daha güzel, yani önce Frida'nın gerçek fotoğraflarına bakıp da izlemek gerek. Tersi hayalkırıklığı hüsran müsran...
Sergi çok güzeldi, bilmemkaç marta kadar devam ediyor, bi daha gitmeyi bile düşünüyorum. Tuvalde Meksika renkleri görmek çok keyifli; çünkü çoğu resim "sanatsal" olma amaçlı böyle bi siyah-beyaz, bi gizemli falan filan ya, hoş değil.
Bi ara gaza gelip "Ohh be, işe bak. Ben de salcam lan kaşı bıyığı!" dedim de babam pek oralı olmadı. Sergi iyi güzel hoş, kadın bildiğin kalbinden geldiği gibi bamgüm çizmiş boyamış da sonuçta estetik bi gözü olur be sanatçı dediğinin. O kaşların hali ne öyle diye cımbızla saldırasım geldi bazı tuvallere, dürüst olmak gerekirse.
Şu an düşündüm de Frida Kahlo'nun resimleri Tori Amos'un şarkıları gibi. İkisi de kendi için çiziyo/söylüyo. Başkası anlayamıyo, bayağı kişisel, bayağı bilinçaltından fırlama yani.

3 Şubat 2011

Osursa üç tane Çağan Irmak çıkarabilecek yönetmen - afedersiniz-

Bu aralar Ferzan Özpetek filmlerine takmış durumdayım. Hepsinin D&R'da 5 liraya indiğini görünce tek tek topladım, "At sepete oğluum, Kadıköy'den alsan da bu kadar!!" şeklinde bi açgözlülükle ağzımdan sular fışkırtarak Dostlar alışverişte görsün atasözümüzün aksini kanıtladım.
Ve evet, bu kopya film endüstrisi en iyi Kadıköy'de döner.
Şöyle de bi şey var ki, ben böyle güzel filmleri "DVD'DE FIRSAT!" köşelerine düşünce çok üzülüyorum, ne bliym. Bakıyosun Cahil Periler köşede 5 lira, boynu bükük, diğer tarafta Forgetting Sarah Marshall 20 lira. Oluyo mu şimdi hiç, al burdan yak yani. Hollywood filmlerini küçümseyen, siyah-beyaz filmlere tapıp da ille de bağımsız yönetmen! diye tutturan bi insan değilim, o ayrı. Hollywood iyidir, hoştur, kafa boşaltır vesaire vesaire.

Kısacası, bildiğim bütün D&R'ları dolaşıp evde bi Ferzan Özpetek köşesi inşa etmeyi başardım (Tabi en son filmi toplarken, aslında böyle bi Ferzan setinin hazırının çoktan yapılmış olduğunu ve "fırsat fiyat"ının da çok altında satıldığını görmemle yıkıldım. Bu hüsranla, Yargıcı'dan bayram harçlıklarını biriktirerek aldığım eteğin şu an %50 indirimde olması hüsranı kapışır, öyle yani.)

Cahil Periler, Harem Suare, Karşı Pencere ve Serseri Mayınlar'ı devirdim şu ana kadar. Mükemmel Bir Gün ve Kutsal Yürek de beklemede, en kısa zamanda izlenecekler.

Ya bu adamın filmleri -çok klişe olacak, dikkat- beni alıyo götürüyo. Her Ferzan filmi sonunda "Yaa ben İtalya'ya yerleşçem lan, Güney İtalya mesela.. Motosiklet ehliyeti aliym, Vespa kullanırım" falan diyorum. Filmlerinin tümünde bi Akdeniz havası, mükemmel sofra sahneleri ve duru bi güzellik var ya... Of yani of. Ayrıca müzikleri de mükemmel, ki ben filmi izlemekten müziğe pek de dikkat edemeyen bi insan olarak Cahil Periler soundtrack'ini indirmiş bulunuyorum. Tabi Serseri Mayınlar'ın 50 mila'sı da her yerde çalmakta. Ancak bi Ferzan klasiği olarak, af edersin Ferzan ama, tüm filmlerinde bi ibnelik var lan. Kinaye yapmıyorum burda. Tamam bütün çekimlerin güzel, atmosfer hoş, İtalya mükemmel, karakterler vurucu, oyuncular duru - süt gibi böyle, her şey iyi güzel hoş mis, bi Sezen Aksu'yla hepimizi yakalıyosun da cinsel tercihini bağırma be arkadaşım.
Başlık ekşi'den bu arada...

26 Ocak 2011

Av Mevsimi!

Biri beni durdurabilir mi, lütfen? İnsanlık namına!
Her yerde İNDİRİM yazılarından başım döndü. Evden spora diye çıkıp saç bandı alıp dönüyorum. Dün bi şeyler atıştırmaya gidip "Aaaa, dansa partiye giderken giyerim!" düşüncesiyle (hayır, ne zaman cıstak cıstak diskoya gidiyosam?!) pullu bi bluz, "Gömleklerin içinde çok şık durur!" diye de dantelli body aldım. Tabi sonra sadece bi tane gömleğim olduğunu hatırladım ve en yakın zamanda gömlek alışverişine de çıkmaya karar verdim.
Ben bi keresinde şemsiye almaya çıkıp iki bikiniyle eve döndüğümü bilirim.
Alışveriş mağazalarında bilinçaltımızı etkileyen kokular fışkırtıyolar şeklinde bi komplo teorim var, gerçekten.
Bi gün "Hanımefendi, kart limidiniz dolmuş" diyecekler diye ödüm bokuma karışıyo oğlum. Neyse, dantelli çizgili ince askılı bi bluz de görmüştüm, onu da aliym, bu ay sonuna kadar elime geçen parayı biriktircem. Bi yerden başlamak lazım!
İşte kafamın içindeki cinler!

17 Ocak 2011

GS - AJAX

Metroda gözlerim sarı-kırmızıdan başka renk görmeyince anladım ben başıma gelecekleri...
Neyse ki stada vardığımızda, yolda arkadaşlarla buluşma-buluşamama, telefon çekiyo çekmiyo, hah bu merdiven başından şimdi çekti, derdine değdi: Evet, Türk Telekom Arena gerçekten mükemmel. Bi kere, devasa. Gireceğimiz tribüne gidene kadar günlük fiziksel aktiviteyi tamamladık yeminle.
Girdik, yerleştik. Kenan Doğulu çıktı. Adam zaten minik sempatik bi şey, bi de koca sahada iyice ufalmış yavrum ya. Fark edilmek için de baştan ayağa kırmızı giymiş, çakal. Tabi bi ara "Kenan buraya!" tezahüratlarından sonra, sahada koşan küçük kırmızı bi Kenan görmek hoş olmadı, Nereye? diyesim geldi. Lego adam gibi bi şey kalmış orda ortada.

Maçtan önceki bi diğer kritik nokta da Tayyip'in yuhalanıp "Bi daha Türk Telekom Arena bitmiştir benim için" triplerinde kalkıp gitmesi oldu. Yuhalayanlar tek tek kameradan tespit edilecekmiş, hmm... Reklamın iyisi kötüsü olmaz hacı.

Maç çok sürükleyici değildi açıkçası. Tabi offside'ı yeni öğrenmiş biri olarak "Kimsin lan sen?! Sürükleyici değilmiş... Çık dışarı, çık!" diyene de bi şey diyemem, susar, otururum, o ayrı mesele.

Ha bi de önümüzdeki erkek arkadaşının zoruyla gelen taraftar ruhundan yoksun kıza çok acıdım ben. Coşkulu taraftar her ayağa kalkışında içinden söve söve yarım-göt ayağa kalkıp, "Hadi be, ne zaman oturuyoruz artık?!" bakışlarıyla etrafı taraması çok acı vericiydi. Hele, erkek arkadaşının "Kızım, maç bu! Oturulur mu hiç!" diye azarlayışı yüreğimi dağladı. Kız da o azardan sonra inat etti, bi daha da kıçını koltuğa değdirmedi. 90 dk öyle ağırlığını bi ayağından diğerine vere vere, somurta somurta izledi.

Ha bi de bayrak salladım, mutluyum, gururluyum. Hayır, ben bu takım için daha napiym :D

14 Ocak 2011

Aslantepe

Yarın Aslantepe açılış maçına gidiyorum. Öhöm, bilet satılmayan, davetiyeyle gidilen maça, öhöm. Hayır, hava atmadım canım... (:

Tabi o maskülen ortamda, o höttürü höttürü tezahuratların arasında bi buçuk metre tipimle n'aparım, o ayrı. Gittiğim son maçta (hatırlama güçlükleri çekiyorum; zira gittiğim son maç Hititler'in kuruluşuna falan dayanmakta) arkadaki değişen reklam panolarını izlediğimi de hesaba katarsak, akıbetimi gerçekten merak ediyorum. Ama bi koklayalım ya taraftar havası!

3 Ocak 2011

Ho ho hoo, iyi yıllar

Ben zamanında Noel Baba'dan; beyaz kuyruklu piyanodan pembe akülü arabaya, beyaz tütüden bi buçuk metre boyunda peluş boz ayıya kadar (evet spesifik ve net bi şekilde bi buçuk metre, nedenini bilmiyorum...) her şeyi istemiş biri olarak 2011'e sıfır beklentiyle girmeye karar verdim. Noel Baba pes etti zaten, bu kızı pas geçiyoruz artık dedi, sürdü geyikleri. Buna bulaşılmaz, hafif maymun iştahlı, diyomuş benim hakkımda ona buna valla.
Gelsin 2011 istediği gibi... Ben "Gel gündüzle gece olalım, seninle mutlu yarınlara koşalıııımmm, gel beraber mesut olalım" diye girdim yeni yıla. Mutluyum, huzurluyum. (:
Yok bu yıl şöyle olacak/böyle olacak, çok para getirsin, kilo veriym, mükemmel akademik başarılara imza atiym falan gibi bi liste de hazırlamadım. Yeni yıl ne getirir bilemezsin, karışamazsın dedim amaaaan! diyerek ohh eller havayaaa! modunda fasıl ekibinin başını ağrıttım.

Ha bi de Victoria'nın melekleri üzdü, onu da eklemek gerek.