Bu ara en çok gitmek istediğim film Melancholia'ydı. Her türlü haftasonu ekinde yer alması, festival filmi olması, Trier'in olaylı basın açıklamasına kurban gitmesinin ötesinde Charlotte Gainsbourg'un performansını merak ediyordum. Tabi klasik bir Lars von Trier filmi olduğu için çekinerek izledim, malum Trier'in işi gücü midede bi kasılma yaratması, içte bi burukluk, boğazda bi yutkunma bırakması, filmin sonunda hiçbi şeyi mutlu bitirmemesidir. Olaylar bunaltıcı bi şekilde düğümlenir düğümlenir, uzar da gider; ama hiçbi zaman beklenen mutlu son gelmez. Kaşındım da gittim yani. Dancer in the Dark'ı gafil avlanıp da Aaa! Björk oynuyoo! şeklinde izlemiş, ağlamaktan dağılmıştım. Melancholia'ya hazırlıklı gittim.
Film, Justine (Kirsten Dunst) ve Claire (Charlotte Gainsbourg) adlı iki kız kardeşin gözünden Melancholia adlı gezegenin dünyayla çarpışması ve kıyamete gidişi anlatıyor. Olay resmen bu, bu kadar da bunaltıcı.
Oyunculuklar gayet başarılı, her ne kadar Kirsten'ı sevmesem de - nedense bu kız bi mat, ışıltısız ne bliym, Mary-Kate olması umrumda bile değil, sevemedim gitti işte - altıncı hisleri güçlü, psikolojisi bozuk, manik depresif Justine'i hakkıyla oynamış. Gerçi bu kadar manik depresif olması bi süre sonra izleyiciyi çileden çıkartıyor, derdin ne senin??! dedirtiyor. Kirsten'ı küçük çocuk gibi dizlerin üstüne yatırıp poposuna dayak atmak istemedim değil.
Charlotte'a gelince... Bebişim ya, bu kadın karizmatik beyler. Çirkin ama yine de karizmatik olan insan aşkımdan olsa gerek, bu kızı çok seviyorum ben. Gerçi Jane Birkin ve Serge Gainsbourg'un kızısın, bi zahmet karizma ve tarz aksın orandan burandan, öbür türlüsü ayıp. Anglo-Frank'ım benim, zarif kız. Aferin sana. Zaten herhangi kötü bi eleştirim yok Charlotte'a. Acayip fedakar kız kardeş ve aynı zamanda ailenin toplayıcısı anne rolünü abartmadan, gayet net ve düz, güzel de oynamış, bravo. Gerçi bak, kocasına nası kıl oldum anlatamam. Ama adam zengin, 18 golf delikli sahaları olan şatoda yaşıyo, oğlum işiniz ne ya ne yapıyosunuz mafya mısınız, uyuşturucu mu olayınız ne, bi milyon yıl para biriktirsem o kadar zengin olamam. Filmin görselini sırf bu ailenin zenginliği, şaşaası, oturduğu çiftlik evinin güzelliği, atlar, manzara, yani para arkaplanlı her türlü lüks oluşturuyor, ha kötü mü? Hiç de değil.
İlk bölümde manyak Justine'in başarısız evliliğini, ikincideyse Melancholia'nın/kıyametin yaklaşmasını izliyoruz. Trier bundan önceki filmlerinde de kendi pesimist dünya görüşünü ortaya koyuyordu; ancak ilk defa bu kadar açık ve net bir şekilde bunu yansıtmış. Filmin sonunda Justine'in The world is evil cümlesiyle Lars von Trier'in hayat felsefesini duymuş oluyoruz. Hayır, bu adam niye bu kadar kötücül? Vermek istediği mesaj: hayat ve insanlar zaten oldukça kötü, kıyamet de gelse dünya yok da olsa niye üzülelim? We're alone. Trier'in bu hayat görüşünü Danimarkalı olup güneşi 524525436 günde bir görmesine bağlamak istiyorum, yoksa adamın mental durumu fena. Öyle işte.
Ha bi de minik detaylarla (Reklamcı olan Justine'in düğününe sırf ağzından slogan alabilmek için gelen patronu) kapitalizm ve onun hümanist değerlerin önüne geçmesi durumunun eleştirisi, insanın kendi sıkışmışlığının gösterilmeye çalışılması (Justine'in kndi düğününde bile odalara kapanıp ağlaması, istifa edişi gibi) da yok değil.
Kısaca ben beğenmedim, zaten bu kadar karlı çamurlu günde insanın kendini bunaltmasına ne gerek var, gidilesi bir film değil.
Ha yok festival filmi, yok kamera sürekli oynuyor çok sanatsal, yok Trier'in tüm yapıtlarını izlerim ben derseniz zaten seçim sizin.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder