Son iki gündür sol kulağım tıkalı. -ydı.
Göze inen perde kulağa da iniyor mu bilmiyorum, ama benim kulağa perdeyi geçtim maşallah yalıtım duvarı inmişti.
Curcuna'da dansmanslı müzikli bi partinin ertesi günü sol kulağım iptal. Ben de "clubber bir insan değilim ben, kulak alışık değil napsın. Geçer" diyip durdum. Helal olsun DJ'e bile dedim, bas'ı nası da vermiş sinsi sinsi. Çaktırmadan kulaklar hasar gördü, vay be. Helal DJ, helal sana. Böyle böyle düşünüyorum.
Baktım kulağım ikinci gün de geçmedi. Geçmediği gibi daha da bi kötüye gidiyor sanki.
İnsanlar bi şeyler diyor, on altı kere NEE? DUYAMADIM YA Bİ DAKKA... diye tekrarlatıyorum. Yirmi yaşında bir annane oldum resmen. Sol taraftan bi şeyler duyuyorum, ama derinlerden. Sesler böyle boğuk boğuk geliyor, sesi duyuyorum da neler söylendiğini seçemiyorum. Allahım, resmen annanemin derdini anlatırken kullandığı sözler işte bunlar.
Solumda oturan kıza açıklamamı yaptım. Hayır açıklaması da zor. Kulağın içinde neler döndüğünü ben de tam bilemiyorum. Kulağım tıkandı da benim ehehe şeklinde açıklamalara giriyorum, utanıyorum da aynı zamanda. Kulak neden tıkanır: Kulak kiri. Hayır, yok öyle bi şey. Temiz de bi insanım neticede.
Duyma yetimi iyiden iyiye asimetrik bi biçimde yitirdim. Bi şey söyleyene sağ kulağı dönüp BUNA KONUŞ diyorum. Bi milyonuncu kere neyy? dememek için kim ne dese gülüyorum, garanti tepkiler vermeye çalışıyorum. Rezalet bi durum.
Sabah bana fenalıklar geldi, randevu aldık. Okul çıkışında tıp merkezine koştum ben.
Bi de doktor odasında acayip gerilirim. Küçüklükten beri. Anneden torpilli, canım annem öpüldün çok, benim her türlü sağlıksal işlemim evde halloldu. Rapor almak olsun, reçete olsun... aşılarımı bile evde yaptık hep.
Adam buyrun diye koltuğa oturttu beni. Ben gerginlikten tabi ehehe nasılsınız? iyisiniz heralde... diye geveliyorum. Adam da şaşırdı tabi. E ben iyiyim de siz nasılsınız? Şikayetiniz nedir?
"Siz" hitabına da geriliyorum. Bir gerilim küpüne döndüm ben.
Kem küm bi şeyler anlattım. Beni muayene koltuğuna geçirtti. Şimdiii, dedi, bakın kulağınıza giriyoruz. Kulağıma mikro kamera soktu, yandaki monitörden kulakiçimde yolculuğa çıktık.
Hmm... dedi. Şikayetiniz kulak kiri.
ALLAHIIM! BU NASI Bİ UTANÇ!
NEEEEE?!! BEN TEMİZ Bİ İNSANIM, SAÇMALAMAYIN! KULAKLARIMI HİÇ İHMAL ETMEM, KİR DE NE DEMEK! DUYAMAMAK KADAR KİR Mİ BIRAKICAM ORDA. AY ALLAHIM ŞU AN GÖMÜN BENİ BURAYA...
Ben çıldırdım tabi, çıldırınca da kulağımın içinde biraz daha ilerlediiik veee: ORDA KOCAMAN Bİ KABUK BAĞLAMIŞ İLTİHAP VAR! Monitöre bakamıyorum, durum o kadar iğrenç. Yara kabuğu tüm girişi tıkamış pişkin pişkin sırıtıyor bize. Yaa diye sitem dolu bakışlarla, haklı çıkmanın verdiği gururla baktım doktora.
Hmm... dedi. Nolmuş buraya?! Nası bi darbe aldınız kulağınıza, ciddi bi şekilde iltihap kapmışsınız. dedi ve uzuuuun bir temizlik sürecine girdik. Kulağıma ne şekil makine varsa hepsi girdi. Bakın diye de içerden çıkardığı devasa kabukları göstermeyi ihmal etmedi doktor, sağolsun.
Kulağım açıldı, kutsal koroyu duydum. Reçeteye ilaçlar yazdı. Şimdi sabah akşam özel hazırlanmış bi damla damlatıcam sol kulağa. Hadi hayırlısı.....
Bi daha da annanemle dalga geçmiycem. Gerekirse duyamadığı cümleyi baştan sona kodliycam.
19 Ekim 2012
4 Ağustos 2012
27 Haziran 2012
Sergüzeşt-i Eda
Dün akşam Ege'nin diploma töreni vardı. Akşam altı buçuk gibi Üsküdar'da olmamız gerekiyordu, beş buçukta çıksak yeter diye düşündüm.
Plan taksiye atlayıp gitmek.
Tabi direk taksiyle evden okula gidileceği için ben zımbalı bluz - mini şort - parlak lame stiletto kombinasyonunu tercih ettim.
Taksiler bizi almıyor! Yok efendim trafik çokmuş, yok efendim köprü tıkalıymış, I. köprü kapalıymış, birinin geçiş kartı yokmuş blablablabla...
Biz metrobüse kaldık! Ben o kılıkta metrobüse binicem. Hayır bi de ayakkabı yürümek için değil, izlenmek için yaratılmış. O saç telinden ince topuklularla tabi ki yürüyemedim, suyun üstünde yürümeyi denesem daha başarılı olurum. Aldım elime ayakkabıyı, başladım çıplak ayak yolculuğa. Ben cıbıl cıbıl ayaklarla metrobüs durağını, Zincirlikuyu'dan Altunizade'ye metrobüsü, Altunizade'de üç üst geçidi geçtim!
Metrobüs mesela... Elimde ayakkabılar, onları sakliycak yer de yok, çıplak bordo ojeli ayak parmaklarımla öyle bikaç durak.
Önce kıyafetimi süzen bi gülümsüyor, sonra ayaklarımı görünce dumura uğruyor. Birbirine beni gösteren mi dersin, reklam çekimi sanan mı dersin, bütün yol ayaklarımı izleyen amcalar mı dersin ne ararsan var. Biri sorsa SANA NE ARKADAŞIM AYAK BENİM AYAĞIM İSTER AYAKKABI GİYERİM İSTER GİYMEM SANA NOLUYO ALLA ALLLA!!! diye atar yapıcam, kimse de sormuyor.
Yemin ediyorum, insanlar telefonlarıyla "çaktırmadan" fotoğrafımı çekti. Yarın bi gün 9gag'da Meanwhile in Turkey başlıklı, elinde parlak lame ayakkabılar çıplak ayaklarıyla yaya geçitleri geçen bi kız fotoğrafıyla bir post görürseniz o benim.
Aman reklamın iyisi kötüsü olmaz.
Hayır bu akşam mezuniyette napıcam onu merak ediyorum asıl. Hadi bakalım...
Plan taksiye atlayıp gitmek.
Tabi direk taksiyle evden okula gidileceği için ben zımbalı bluz - mini şort - parlak lame stiletto kombinasyonunu tercih ettim.
Taksiler bizi almıyor! Yok efendim trafik çokmuş, yok efendim köprü tıkalıymış, I. köprü kapalıymış, birinin geçiş kartı yokmuş blablablabla...
Biz metrobüse kaldık! Ben o kılıkta metrobüse binicem. Hayır bi de ayakkabı yürümek için değil, izlenmek için yaratılmış. O saç telinden ince topuklularla tabi ki yürüyemedim, suyun üstünde yürümeyi denesem daha başarılı olurum. Aldım elime ayakkabıyı, başladım çıplak ayak yolculuğa. Ben cıbıl cıbıl ayaklarla metrobüs durağını, Zincirlikuyu'dan Altunizade'ye metrobüsü, Altunizade'de üç üst geçidi geçtim!
Metrobüs mesela... Elimde ayakkabılar, onları sakliycak yer de yok, çıplak bordo ojeli ayak parmaklarımla öyle bikaç durak.
Önce kıyafetimi süzen bi gülümsüyor, sonra ayaklarımı görünce dumura uğruyor. Birbirine beni gösteren mi dersin, reklam çekimi sanan mı dersin, bütün yol ayaklarımı izleyen amcalar mı dersin ne ararsan var. Biri sorsa SANA NE ARKADAŞIM AYAK BENİM AYAĞIM İSTER AYAKKABI GİYERİM İSTER GİYMEM SANA NOLUYO ALLA ALLLA!!! diye atar yapıcam, kimse de sormuyor.
Yemin ediyorum, insanlar telefonlarıyla "çaktırmadan" fotoğrafımı çekti. Yarın bi gün 9gag'da Meanwhile in Turkey başlıklı, elinde parlak lame ayakkabılar çıplak ayaklarıyla yaya geçitleri geçen bi kız fotoğrafıyla bir post görürseniz o benim.
Aman reklamın iyisi kötüsü olmaz.
Hayır bu akşam mezuniyette napıcam onu merak ediyorum asıl. Hadi bakalım...
31 Mayıs 2012
BEN Bİ KOŞU MEZUN OLUP GELİYORUM, SİZ İDARE EDİN
12. sınıf demek lise mezuniyeti demek. Hele mayıs ayı demek, mezuniyet paniği demek.
Ben sene başında BU BENİM MEZUNİYET ELBİSEEM diye bi model çizip herkese gösterdiğim için içim rahat buraya kadar geldim laylaylom.
Bu pazar GSÜ Sınavı'ndan çıktım ya, bende bi rahatlamalar, bi hava da ısındı ya hakkaten'ler şort mevsimi geldi'ler... Tabi ondan önce insan bi sürü şeyle meşgul oluyor, mezuniyetmiş elbiseymiş hiç düşünemiyor. Sınavdan çıkar çıkmaz ben ne giyecem telaşı aldı beni. Arkadaşlarıma soruyorum, hiçbiri yardımcı olmuyor:
-Mezuniyet elbisesi bakmaya gidelim mi?
-Ben bi buçuk ay önceden hallettim ki o işi, aldım bile.
-NEEEEE? Tamam panik yok, ben dikitiricem zaten biliyo musun. Öylesine sormuştum...
-Ne, diktiricek misin?! E diktircek olanlar zaten çoktan gitti terziye, ikinci provalarındalar şu an sen naptın?
-Hadi ya...
Böyle böyle konuşmalar dönüyor. Teyzem bi sabah kalkıyor, rüyasında görmüş gibi annemi arıyor, Bu kızın mezuniyet elbisesi nolcak? diyor. Ali geliyor, Melis Cengiz Abazoğlu'na diktiriyomuş diyor, bende vidalar gevşiyor.
Butik butik geziyoruz, Allahım hepsi uzuuun uzuuun benim üç katı boyumda elbiseler. Kısalar da kır düğününden çalınmış da vitrine serilmiş. Hani maşalı maşalı saça, zibilyon kat fondötenli bi surata uyacak elbiseler. Her yanından güller, pullar, simler, tüller... Hayır diyorum, sade olsun düz olsun, nar çiçeği/mercan gibi bi renk olsun.
BU PULLU PULLU ABİDİK GUBİDİK ŞEYLERİ KİM ALIYOR ALLASEN!
Bulabildiğimiz en sade modelleri alıyoruz, kabine giriyorum. Ve bir şok daha: BU ELBİSE ALTTAN MI GİYİLİYO ÜSTTEN Mİİİ?! Allahım, hiçbi elbisenin içine olmuyorum! Alıcağın olsun öss, inceydim lan ben, neler yaptın sen. Ben sınav senesi diye oturmuş oturmuş tıkınmışım. Ben değil, kapatamadığımız fermuarlar söylüyor.
Neyse sonunda butiğin birinde tam istediğim gibi bi model buluyoruz, o da uzun. Onun gibi bi şey diktirtmeye karar verip, eve dönüyoruz. Ben aldığım kilolara lanet ediyorum, annem muhtemelen kız doğurduğuna.
Ben sene başında BU BENİM MEZUNİYET ELBİSEEM diye bi model çizip herkese gösterdiğim için içim rahat buraya kadar geldim laylaylom.
Bu pazar GSÜ Sınavı'ndan çıktım ya, bende bi rahatlamalar, bi hava da ısındı ya hakkaten'ler şort mevsimi geldi'ler... Tabi ondan önce insan bi sürü şeyle meşgul oluyor, mezuniyetmiş elbiseymiş hiç düşünemiyor. Sınavdan çıkar çıkmaz ben ne giyecem telaşı aldı beni. Arkadaşlarıma soruyorum, hiçbiri yardımcı olmuyor:
-Mezuniyet elbisesi bakmaya gidelim mi?
-Ben bi buçuk ay önceden hallettim ki o işi, aldım bile.
-NEEEEE? Tamam panik yok, ben dikitiricem zaten biliyo musun. Öylesine sormuştum...
-Ne, diktiricek misin?! E diktircek olanlar zaten çoktan gitti terziye, ikinci provalarındalar şu an sen naptın?
-Hadi ya...
Böyle böyle konuşmalar dönüyor. Teyzem bi sabah kalkıyor, rüyasında görmüş gibi annemi arıyor, Bu kızın mezuniyet elbisesi nolcak? diyor. Ali geliyor, Melis Cengiz Abazoğlu'na diktiriyomuş diyor, bende vidalar gevşiyor.
Salı akşamı evde östrojen fırtınaları estirdim: "MEZUNİYET ELBİSEM YOK! EN GÜZELİ BENİM OLUCAK! NE ZAMAN BAKICAZ! M. CENGİZ ABAZOĞLU'NA DİKTİRİYOMUŞ! BENİMKİ HEPSİNDEN GÜZEL OLMALI! ÜHÜHÜH BANA NEE!" diye bağıran bir küçük Eda, orda burda mutfakta salonda. Annem de fenalıklar geçirdi, ertesi gün kendimizi Nişantaşı butiklerine attık.
Hayır Cengiz Abazoğlu'nu da sevmem bi de. Triplerime gel.
Butik butik geziyoruz, Allahım hepsi uzuuun uzuuun benim üç katı boyumda elbiseler. Kısalar da kır düğününden çalınmış da vitrine serilmiş. Hani maşalı maşalı saça, zibilyon kat fondötenli bi surata uyacak elbiseler. Her yanından güller, pullar, simler, tüller... Hayır diyorum, sade olsun düz olsun, nar çiçeği/mercan gibi bi renk olsun.
BU PULLU PULLU ABİDİK GUBİDİK ŞEYLERİ KİM ALIYOR ALLASEN!
Bulabildiğimiz en sade modelleri alıyoruz, kabine giriyorum. Ve bir şok daha: BU ELBİSE ALTTAN MI GİYİLİYO ÜSTTEN Mİİİ?! Allahım, hiçbi elbisenin içine olmuyorum! Alıcağın olsun öss, inceydim lan ben, neler yaptın sen. Ben sınav senesi diye oturmuş oturmuş tıkınmışım. Ben değil, kapatamadığımız fermuarlar söylüyor.
Neyse sonunda butiğin birinde tam istediğim gibi bi model buluyoruz, o da uzun. Onun gibi bi şey diktirtmeye karar verip, eve dönüyoruz. Ben aldığım kilolara lanet ediyorum, annem muhtemelen kız doğurduğuna.
30 Mart 2012
Dublaj cümlesiyle "Bitirelim şu işi!"
Büyük güne son iki.
Niyetim "Bu eğitim sistemi bozuk, insanları birey olarak ele almıyor, herkesin yeteneği ve kapasitesi farklı, hayattaki işlevi/fonksiyonu farklı, herkes tek bi sınavlar pıtır pıtır aslında hiç işi olmayacakları dalların eğitimini almak zorunda kalıyo" geyiğine girmek değil.
Aman rahat ayakkabı giyin efendim, yok önceki gece ılık süt için yatın konuşması gibi bi niyetim de yok.
Şu son zamanlarını sonunu bekleyen bekleyen kurbanlık koyunlar gibi YGS'yi bekleyerek geçiren hepimize başarılar, zihin açıklıkları ve en önemlisi de huzur diliyorum; zira son bikaç haftadır en çok duyduğum cümle "Ben bu tempodan sıkıldım artık!" 'Tempo' gibi ekstrem bir kelimeyi bu kadar sık duyacağımı düşünmezdim.
Sakin olmak gerek, bu zamana kadar çalıştık, ya da yeterince çalışmadık. Her soru türünü en az bi kere gördük, ya da konu eksiklerimiz var. Varsa var, ne yapalım?! Sınava giricez ve biticek. Benim en büyük korkum bir nisan şakaları açıkçası.
Bi de sınava pijamayla giricem galiba, net. Yani pijama olduğunu çaktırmayan gizli pijamaları çekmek gibi bi planım var.
Bi de oraya boyunu kilosunu abarta abarta yazan akıllı arkadaşlarım benim, umarım onların çok da kaale alınmadığını anlamışsınızdır. Ben saf saf laps diye gerçek ölçülerimi yazmıştım da, boyunu 2 metreye çıkaranları gördükçe üzüldüydüm saflığıma. Ama karma gelir bulur dostlar, ben o boya eklenen santimlerin, kiloya katılan kiloların sınav yerleri dağıtımında bi ölçüt oluşturduğunu pek görmedim de. İlkokulda giren irice arkadaşım, sen de üzülme. Abaküs var, ne bliym üstünde ekinoksların yazdığı mevsimler tablosu bile bulursun belki.
Bi de bi kısım off sınav geçse de rahatlasakçılar var. Bunun LYS'si Haziran'ı olduğunu da hatıratarak hepimize bol şans diliyorum. Rast gele!
Niyetim "Bu eğitim sistemi bozuk, insanları birey olarak ele almıyor, herkesin yeteneği ve kapasitesi farklı, hayattaki işlevi/fonksiyonu farklı, herkes tek bi sınavlar pıtır pıtır aslında hiç işi olmayacakları dalların eğitimini almak zorunda kalıyo" geyiğine girmek değil.
Aman rahat ayakkabı giyin efendim, yok önceki gece ılık süt için yatın konuşması gibi bi niyetim de yok.
Şu son zamanlarını sonunu bekleyen bekleyen kurbanlık koyunlar gibi YGS'yi bekleyerek geçiren hepimize başarılar, zihin açıklıkları ve en önemlisi de huzur diliyorum; zira son bikaç haftadır en çok duyduğum cümle "Ben bu tempodan sıkıldım artık!" 'Tempo' gibi ekstrem bir kelimeyi bu kadar sık duyacağımı düşünmezdim.
Sakin olmak gerek, bu zamana kadar çalıştık, ya da yeterince çalışmadık. Her soru türünü en az bi kere gördük, ya da konu eksiklerimiz var. Varsa var, ne yapalım?! Sınava giricez ve biticek. Benim en büyük korkum bir nisan şakaları açıkçası.
Bi de sınava pijamayla giricem galiba, net. Yani pijama olduğunu çaktırmayan gizli pijamaları çekmek gibi bi planım var.
Bi de oraya boyunu kilosunu abarta abarta yazan akıllı arkadaşlarım benim, umarım onların çok da kaale alınmadığını anlamışsınızdır. Ben saf saf laps diye gerçek ölçülerimi yazmıştım da, boyunu 2 metreye çıkaranları gördükçe üzüldüydüm saflığıma. Ama karma gelir bulur dostlar, ben o boya eklenen santimlerin, kiloya katılan kiloların sınav yerleri dağıtımında bi ölçüt oluşturduğunu pek görmedim de. İlkokulda giren irice arkadaşım, sen de üzülme. Abaküs var, ne bliym üstünde ekinoksların yazdığı mevsimler tablosu bile bulursun belki.
Bi de bi kısım off sınav geçse de rahatlasakçılar var. Bunun LYS'si Haziran'ı olduğunu da hatıratarak hepimize bol şans diliyorum. Rast gele!
5 Mart 2012
yavru çinekopların intikamı
Karma is a bitch demişler, ne de güzel demişler. Bu karma adlı kaşar kızımız nedense beni pek bi seviyor, hiç bırakmıyor peşimi. Diyorum azıcık başkalarına da bulaş, yook ille de eda ille de eda...
Cumartesi dersane çıkışı iki arkadaşımla kahve içiyoruz. Birisi fena yeşil dostu, laf lafı açıyor ve bi ara konu seninki kaç cm?'e geliyor. Ben de "off, ben istersem yavru balık da yerim, çinekop da yerim çupra da yerim hepsini yerim. Yavruysa yavru napiym be!" diyorum, ama yardırıyorum, tutan yok.
Yarım saat sonra metro çıkışının önündeyiz. Üç kişi bıdı bıdı konuşmaktan bi türlü ayrılamıyoruz. Hayır ayaküstü muhabbet yapma demiyorum, hobi olarak yine et sen sohbetini de gidip Greenpeace görevlilerinin kadrajının ortasına laps diye yerleşme di mi? Hata bizde. Bizde.
Bi tanesi geliyo. Uzun saçlı, fosforlu yeşil yelekli kocaman gülümsemeli bir yeşilci. TANRIM!
Gözlerimi kaçırmaya çalışıyorum, niyetim ben nükleeri destekliyorum, teşekkür ederim! diyip köşeyi dönene kadar son hızla koşarak uzaklaşmak. Ama dediğim gibi, arkadaşlarımdan biri sağlam çevreci. Ben zaten destekçiyiiiimmm! diye atılıyor, gururla. Görevli, ilkokul arkadaşını yıllar sonra görmüş gibi bi sevinçle AAA! Öyle mi ne güzeel! diyor ve gözleri parlayarak bana dönüyor: Siz? Destekçi olmayı düşünmez misiniz?
YAVRU BALIKLARIN İNTİKAMI! Allahım, keşke benimki kaç cm ölçseydim, düştüğüm şu duruma bak.
Yarım saat önceki sana ne be yaaee istediğim kürkü giyerim ohh! hali'mden eser yok tabi, yaa benim kredi kartım yok diyorum, mırın kırın bi şeyler geveliyorum.
Ama Yeşil Adam durur mu, planlamış hepsini. Siz arkadaşınızın kartından üye olun, nasılsa bi şekilde buluşuyosunuzdur ayda bir bi yemek ısmarlarsınız, bi kahve içersiniz diyor. Çakal. Yeşil çakal.
Bu arada çevreci dostlarım benim, canlarım, ciddi ciddi gelecek yıl nası görevli olarak çalışabileceklerini soruyolar.
NEEEEEE? Sadece kendimi yakışıklı Greenpeace'çi elemanlara zincirleyebilceksem görevli olurum. Nükleerciyim ben!
NEEEEEE? Sadece kendimi yakışıklı Greenpeace'çi elemanlara zincirleyebilceksem görevli olurum. Nükleerciyim ben!
Ve ben ne olduğunu anlamadan kendimi elimde bi Greenpeace dergisiyle eve giderken, her ay kamçım olacak bi borçla buluyorum.
Yolda yavru çinekopları düşünüyorum...
3 Şubat 2012
Melancholia
Bu ara en çok gitmek istediğim film Melancholia'ydı. Her türlü haftasonu ekinde yer alması, festival filmi olması, Trier'in olaylı basın açıklamasına kurban gitmesinin ötesinde Charlotte Gainsbourg'un performansını merak ediyordum. Tabi klasik bir Lars von Trier filmi olduğu için çekinerek izledim, malum Trier'in işi gücü midede bi kasılma yaratması, içte bi burukluk, boğazda bi yutkunma bırakması, filmin sonunda hiçbi şeyi mutlu bitirmemesidir. Olaylar bunaltıcı bi şekilde düğümlenir düğümlenir, uzar da gider; ama hiçbi zaman beklenen mutlu son gelmez. Kaşındım da gittim yani. Dancer in the Dark'ı gafil avlanıp da Aaa! Björk oynuyoo! şeklinde izlemiş, ağlamaktan dağılmıştım. Melancholia'ya hazırlıklı gittim.
Film, Justine (Kirsten Dunst) ve Claire (Charlotte Gainsbourg) adlı iki kız kardeşin gözünden Melancholia adlı gezegenin dünyayla çarpışması ve kıyamete gidişi anlatıyor. Olay resmen bu, bu kadar da bunaltıcı.
Oyunculuklar gayet başarılı, her ne kadar Kirsten'ı sevmesem de - nedense bu kız bi mat, ışıltısız ne bliym, Mary-Kate olması umrumda bile değil, sevemedim gitti işte - altıncı hisleri güçlü, psikolojisi bozuk, manik depresif Justine'i hakkıyla oynamış. Gerçi bu kadar manik depresif olması bi süre sonra izleyiciyi çileden çıkartıyor, derdin ne senin??! dedirtiyor. Kirsten'ı küçük çocuk gibi dizlerin üstüne yatırıp poposuna dayak atmak istemedim değil.
Charlotte'a gelince... Bebişim ya, bu kadın karizmatik beyler. Çirkin ama yine de karizmatik olan insan aşkımdan olsa gerek, bu kızı çok seviyorum ben. Gerçi Jane Birkin ve Serge Gainsbourg'un kızısın, bi zahmet karizma ve tarz aksın orandan burandan, öbür türlüsü ayıp. Anglo-Frank'ım benim, zarif kız. Aferin sana. Zaten herhangi kötü bi eleştirim yok Charlotte'a. Acayip fedakar kız kardeş ve aynı zamanda ailenin toplayıcısı anne rolünü abartmadan, gayet net ve düz, güzel de oynamış, bravo. Gerçi bak, kocasına nası kıl oldum anlatamam. Ama adam zengin, 18 golf delikli sahaları olan şatoda yaşıyo, oğlum işiniz ne ya ne yapıyosunuz mafya mısınız, uyuşturucu mu olayınız ne, bi milyon yıl para biriktirsem o kadar zengin olamam. Filmin görselini sırf bu ailenin zenginliği, şaşaası, oturduğu çiftlik evinin güzelliği, atlar, manzara, yani para arkaplanlı her türlü lüks oluşturuyor, ha kötü mü? Hiç de değil.
İlk bölümde manyak Justine'in başarısız evliliğini, ikincideyse Melancholia'nın/kıyametin yaklaşmasını izliyoruz. Trier bundan önceki filmlerinde de kendi pesimist dünya görüşünü ortaya koyuyordu; ancak ilk defa bu kadar açık ve net bir şekilde bunu yansıtmış. Filmin sonunda Justine'in The world is evil cümlesiyle Lars von Trier'in hayat felsefesini duymuş oluyoruz. Hayır, bu adam niye bu kadar kötücül? Vermek istediği mesaj: hayat ve insanlar zaten oldukça kötü, kıyamet de gelse dünya yok da olsa niye üzülelim? We're alone. Trier'in bu hayat görüşünü Danimarkalı olup güneşi 524525436 günde bir görmesine bağlamak istiyorum, yoksa adamın mental durumu fena. Öyle işte.
Ha bi de minik detaylarla (Reklamcı olan Justine'in düğününe sırf ağzından slogan alabilmek için gelen patronu) kapitalizm ve onun hümanist değerlerin önüne geçmesi durumunun eleştirisi, insanın kendi sıkışmışlığının gösterilmeye çalışılması (Justine'in kndi düğününde bile odalara kapanıp ağlaması, istifa edişi gibi) da yok değil.
Kısaca ben beğenmedim, zaten bu kadar karlı çamurlu günde insanın kendini bunaltmasına ne gerek var, gidilesi bir film değil.
Ha yok festival filmi, yok kamera sürekli oynuyor çok sanatsal, yok Trier'in tüm yapıtlarını izlerim ben derseniz zaten seçim sizin.
Film, Justine (Kirsten Dunst) ve Claire (Charlotte Gainsbourg) adlı iki kız kardeşin gözünden Melancholia adlı gezegenin dünyayla çarpışması ve kıyamete gidişi anlatıyor. Olay resmen bu, bu kadar da bunaltıcı.
Oyunculuklar gayet başarılı, her ne kadar Kirsten'ı sevmesem de - nedense bu kız bi mat, ışıltısız ne bliym, Mary-Kate olması umrumda bile değil, sevemedim gitti işte - altıncı hisleri güçlü, psikolojisi bozuk, manik depresif Justine'i hakkıyla oynamış. Gerçi bu kadar manik depresif olması bi süre sonra izleyiciyi çileden çıkartıyor, derdin ne senin??! dedirtiyor. Kirsten'ı küçük çocuk gibi dizlerin üstüne yatırıp poposuna dayak atmak istemedim değil.
Charlotte'a gelince... Bebişim ya, bu kadın karizmatik beyler. Çirkin ama yine de karizmatik olan insan aşkımdan olsa gerek, bu kızı çok seviyorum ben. Gerçi Jane Birkin ve Serge Gainsbourg'un kızısın, bi zahmet karizma ve tarz aksın orandan burandan, öbür türlüsü ayıp. Anglo-Frank'ım benim, zarif kız. Aferin sana. Zaten herhangi kötü bi eleştirim yok Charlotte'a. Acayip fedakar kız kardeş ve aynı zamanda ailenin toplayıcısı anne rolünü abartmadan, gayet net ve düz, güzel de oynamış, bravo. Gerçi bak, kocasına nası kıl oldum anlatamam. Ama adam zengin, 18 golf delikli sahaları olan şatoda yaşıyo, oğlum işiniz ne ya ne yapıyosunuz mafya mısınız, uyuşturucu mu olayınız ne, bi milyon yıl para biriktirsem o kadar zengin olamam. Filmin görselini sırf bu ailenin zenginliği, şaşaası, oturduğu çiftlik evinin güzelliği, atlar, manzara, yani para arkaplanlı her türlü lüks oluşturuyor, ha kötü mü? Hiç de değil.
İlk bölümde manyak Justine'in başarısız evliliğini, ikincideyse Melancholia'nın/kıyametin yaklaşmasını izliyoruz. Trier bundan önceki filmlerinde de kendi pesimist dünya görüşünü ortaya koyuyordu; ancak ilk defa bu kadar açık ve net bir şekilde bunu yansıtmış. Filmin sonunda Justine'in The world is evil cümlesiyle Lars von Trier'in hayat felsefesini duymuş oluyoruz. Hayır, bu adam niye bu kadar kötücül? Vermek istediği mesaj: hayat ve insanlar zaten oldukça kötü, kıyamet de gelse dünya yok da olsa niye üzülelim? We're alone. Trier'in bu hayat görüşünü Danimarkalı olup güneşi 524525436 günde bir görmesine bağlamak istiyorum, yoksa adamın mental durumu fena. Öyle işte.
Ha bi de minik detaylarla (Reklamcı olan Justine'in düğününe sırf ağzından slogan alabilmek için gelen patronu) kapitalizm ve onun hümanist değerlerin önüne geçmesi durumunun eleştirisi, insanın kendi sıkışmışlığının gösterilmeye çalışılması (Justine'in kndi düğününde bile odalara kapanıp ağlaması, istifa edişi gibi) da yok değil.
Kısaca ben beğenmedim, zaten bu kadar karlı çamurlu günde insanın kendini bunaltmasına ne gerek var, gidilesi bir film değil.
Ha yok festival filmi, yok kamera sürekli oynuyor çok sanatsal, yok Trier'in tüm yapıtlarını izlerim ben derseniz zaten seçim sizin.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)