30 Ağustos 2010

Kirpinin Zarafeti

Algıda seçici olmamaya çalışıyorum.
Şu aralar Muriel Barbery'nin Kirpinin Zarafeti adlı romanını okuyorum. Çok sevmedim, kasmış resmen. Dilini anlamakta zorlanıyorum, uzun ve klişe tabirle "sanat kaygılı" cümleler falan filan.
Ama şöyle de bir şey var ki: Kitabın ana karakterlerinden biri bir kapıcı bayan. Aslında çok kalifiye ve kültürlü. Rus edebiyatına düşkün, kedisinin adını Tolstoy'a olan hayranlığından dolayı Lev koymuş, gayet iyi insan analizi yapabilen, Hollanda resmini İtalyan resmine tercih edebilecek kadar incelikli zevklere sahip; ancak toplumun işleyişini ve hiyerarşisini aksatmamak adına tamamen aptal rolüne yatan, aklından geçenleri söylemeyen birisi.
Bu sabah annemle marketten dönerken bizim kapıcıya rastladık. Elinde kalın bir kitapla eve dönüyodu. Kitabı apartmandan kimin sipariş ettiğini sorunca, "Yok, kendim için." dedi gayet efendice. Ve eve dönüş yolunda, onun aslında kitap okumayı ne kadar sevdiğini, özellikle Soner Yalçın tipi yazarlara düşkün olduğunu, dizi izlemekten çok da keyif almadığını, bulmaca çözdüğünü falan öğrendim.

Hani bi film izlersiniz, bişey okursunuz bi de aynısını yaşarsınız ya, öyle oldu.
Şunu fark ettim ki, ben de bizim kapıcımızı TV manyağı, kitap okumaktan hiç haz almayan, boş zamanlarında maç falan takip eden biri olarak kurmuştum bugüne kadar. Utandım. Niye böyle önyargılarımız olduğunu çözemedim, bu toplumsal hiyerarşik yaftalama gerçekten absürd. Mahçup oldum adamcağıza karşı. Niye bunca zaman onu öyle yargıladığımı bilmiyorum. Kitap değiştokuşu yapmaya söz vererek ayrıldık.

Böyleydi işte.

Başım göğe ermişti...

... ta ki eve gelip de bacaklarımın çamura battığını fark edene kadar. Zafer sarhoşluğundan anlamamışım yol boyunca. Ama yaptım: Arabanın tepesine çıktım, tepindim, eğlendim, böyle klip çekiyo havalarına falan girdim. Böylelikle de fantazilerimden birini daha gerçekleştirip "Ölmeden Önce" listemden bi maddeyi daha silmiş oldum. Mutluyum. (:

20 Ağustos 2010

Eve Dönüş

Didim'den dün sabah döndüm ve hemen akşam dönüşümü kutlamaya çıktık Nişantaşı Kırıntı'ya. Her şeyi kutlarım ben, bişey olsun mum üfleyelim ne bliym hediye alıp verelim olmadı güzel bi yerde vakit geçirelim... İşim gücüm bu aslında. Doğumgünümü 40 gün 40 gece kutlarım, Didim'e giderken kutlarım, dönüşte kutlarım, bi kere kimyadan 36 aldım diye kutlamıştım sanırım... Ne bliym evdeki kaktüs çiçek açar, hadi kutlayalıııımmm! diye tuttururum... Şimdi de çaktırmadan Ege'nin Bodrum'dan dönüşünü bekliyorum kutlayalım diye.


Didim dönüşü bikaç bi şey biriktirdim:
  • Bi kere erkekler dizden aşağıda mayo giymesin kardeşim. İğrenç ya... Hem rahat da değildir, o ne öyle sudan çıkıyosun kuruması bi dert, kuruyana kadar şlop şlop. Hayır gidin slip giyin falan da demiyorum da makul boyutlarda, ne bliym diz hizasında falan adam akıllı bi mayo bulun geçirin ya üstünüze.
  • Yazlık siestalarını çok özlicem bak. Esen varendadaki salıncakta uyuklamak gibisi yokmuş.
  • Bi de elektro müzikle 300-500 şeklinde ritm tutarak kopan, yolcuları aldıktan sonra "Hazır mısınıııız?!!!" diye neşeyle bağırıp "O zaman LET'S GO!" nidaları atan, böyle kendi kendine DJ takılan bi minibüs şoförü gördüm hayatımda ilk defa. Hala şoku atlatabildiğime emin değilim.
  • İncik boncuk bi tek tatilde alınıyo ya. Böyle de bi tespit yaptım.
  • Eskiden Sultanahmet'te falan görüp de dalga geçerdim kocaman hasır şapkalı çekik gözlü turistlerle de, işin aslı öyle değilmiş. Baktım iş ciddiye biniyo, ıstakoz kıvamına geliyorum yavaştan, hemen kenarları yaklaşık 20 cm'e varan hasır devasa bi şapka aldım da bu ne rahatlıktır. Mis ya... Yakında mayoma parasol de diktirtçem...
  • Sabah sabah serin deniz, bahsettiğim siestalar, kısmen huzurlu yazlık hayatı, bahçeden taze koparılma sebze-meyve... Hepsi iyi güzel de... İstanbul bambaşka be. İstanbul insanın böyle, bağrına demirlediği, fark etmese bile nereye giderse gitsin taşıyıp özlediği yuva. Özledim seni İstanbul...

14 Ağustos 2010

Didim

Pşmbe sabahına kadar Didim'de, bi arkadaşımın annanesinin yazlığında kalıyorum da annane yazlığı apayrı bi şeymiş, ben bunu gördüm. Hindistan!a bi içsel yolculuğa çıkmış gibi hissediyorum.
Ve bu tweet uzunluğundaki entry'yi, nete tek girebildiğim yerin 52352563236 derece sıcakta klimasız bi internet kafe olduğunu hatırlatarak mazur görmenizi diliyorum. (:

9 Ağustos 2010

Günah Çıkarma

Şu hayatta iki elim kanda da olsa, ne bliym birazdan İsrafil sur'a üflicek bile olsa, atıyorum uçak türbülansa girse ve ıssız bi adada lost olcak da olsak; ama o anda hostes getirse asla reddetmeyeceğim, hiç dayanamadığım, karşısında şuurumu yitirdiğim üç şey var (hayır üçten de fazla, ama ilk üçü yazıyorum):

1. DONDURMA! Yani İtalyanı olsun, Maraşı olsun, karamelli, meyveli, çikolatalı, mojitolu, sakızlı... neli olursa olsun dayanamıyorum şu merete yaa... Sivilce çıkarıyorum, hala yiyorum. Bana dondurma rüşveti verin, her işi yaparım, o derece. Gecenin bi yarısı oturup dört top yiyebilirim(ayakta da yerim, hiç önemli değil...) Kaç öğünü dondurmayla yaptığımı bi ben bilirim... Bu aralar favorim Arnavutköy'deki Girandola. Şiddetle tavsiye edilir. Feci öldürücü dondurmaları var. Bebek Mini Dondurma zaten gönüllerin favorisi. Burger King'in böğürtlenli B'kool'u bile şahane. Ay bi de Bebek Midpoint'in oralarda Gelato diye yeni bi mekan açılmış, en yakın zamanda gidip bi tatmak gerek.

2. COLA LIGHT! Ya eskiden ağzıma almazdım Cola'yı, bu yaz alıştım. Sudan çok Cola Light içer oldum. Hayır zararını mararını geçtim, selülit yapıyomuş çok fena. Bi an önce bırakçam, bugün bırakıyorum, aha! bıraktım galiba! sodaya başlıyorum derkeeeen... Hop! Cola siparişi vermişim bile ya. Resmen bağımlılık yapıyormuş, hiç bulaşmamak gerek. Günde iki kutu falan içiyorum lıkır lıkır. Gidişatım hiç iyi değil yani. Üstünde "Dikkat! Bağımlılık yapar!" falan gibi bi uyarı var mı, bilmiyorum. Yoksa dava açıp milyon dolarlar kazanabilirim. Hayır bişey değil, reklamlardaki o Cola kutusu açma sesini duyunca heyecanlanıyorum falan. Ohh buz gibi... noluyo lan bana?!

3. Ve son olarak tabi ki: H&M! Kelimenin tam anlamıyla tapıyorum ya, yok böyle bişey. Hem ucuz hem güzel, oh daha ne isterim yaa... Zaten İsveç markası, bi zaafım vardır benim de herkes gibi İsveç'e ve o İskandinav tarzına. Türkiye'ye geliyo olmasına ne kadar üzülüyo da olsam, nerde bi H&M görsem napıp edip dalarım içine, hiç acımam. Başka nerden 10€'ya bikini, 5€'ya kazak, kışlık bot, deri ceket... nerden nerdeen bulabilirim?! Hayır bavulumu bilerek boş götürüyorum, gelirken H&M dolduriym diye. Her renk poşedi var, iyice saykoya bağladım bu konuda. Yeşil H&M torbası, beyazı, mavisi, her renkten üçer beşer tane... Beş de yetmez on tane, on da yetmez yüz tane! Ver Allahım ver verr! moduna giriyorum bu deli marka karşısında ve bükemediğim bileği öpüyorum.

4 Ağustos 2010

DÖRT AĞUSTOS!

Bugün BÜYÜK GÜN!

Ben hiçbi zaman doğumgünlerini hatırlamayan, böyle yüzeysel şeylere önem vermeyen, hatta o günün kendi doğumgünü olduğunu ilk arayıp kutlayan kişiden fark eden cool insanlardan olamadım.
Yılın diğer 364 günü bugünü bekliyorum ben ya, yapmayın!
Bugün içimin içime sığmadığı, doğumgünü kızı olarak her türlü şımarıklığa hakkım olduğunu düşündüğüm, her isteğimin gerçekleşmesi gereken, kalori hesaplarının yapılmadığı, her gelen telefona/mesaja koşulduğu o ulvi gün!
Bugün BENİM DOĞUMGÜNÜM!
Ve her sene olduğu gibi bi hafta önceden haber vermeye başladım, başlığı da bilerek CAPS LOCK'la yazdım ki, iyice aklınıza kazınsın! (: Bugün 17 oldum tam olarak, sweet 16'ime veda ettim; ancak hala büyüyemedim. Belki de doğumgünümü bu kadar takmadığım zaman büyümüş olcam, hadi bakalım... ^^

Hala kutlamadıysanız 00:00'a kadar vaktiniz var, acele edin! (:

2 Ağustos 2010

Garip Fantaziler

Ben Avril Lavigne'in, Ashlee Simpson'ın kliplerinin her allahın günü televizyonda döndüğü bi dönemde büyüdüm. Kişiliğimin oluşması tam o döneme denk geldi. Haliyle her doğumgünümde bi Ashlee albümüdür (evet CD vardı o zamanlar..), Avril konser biletidir istediğim olmuştur. Avril posterlerinin odamın duvarlarını süslediği, imzalı CD'sini aldığım, eline sırf albüm fotoğraf çekimi için verilmiş elektro gitarı gerçekten çaldığını zannettiğim, punk prensesi(!) modunda dolaştığım zamanlar oldu. Utanmıyorum, hepimiz bi zamanlar rapçiydik, yok efendim Paris Hilton'u sever sayardık, itiraf etmeliyiz ki zımbalı bilekliklerle dolaştık.

Her neyse... Bu itirafı şimdi şunun için yapıyorum ki benim hep bi arabanın üstüne çıkıp orda zıplamak gibi bi fantazim olmuştur. Bu absürd fantazinin tek suçlusu Ashlee Simpson/Avril Lavigne tarzı ergen starların ilk klipleridir! Misal, Avril "Sk8er Boi" klibinde eski yeşil bi arabanın üstünde tepinir. Sonra da çok punk falan filan olduğu için ablamız, zaten kullanmadığı gitarını oraya buraya vurur parçalar vesaire.
Ya da Ashlee'nin "La la" kilibinde (başka bi klip de olabilir...) yine böyle "You make wanna la la!" şeklinde derin anlam barındıran (!) şarkı sözleri eşliğinde bi araba üstünde retro tarz bi mikrofonla performans sergilediğini izledim kaç bin kez.

Demek istediğim o ki, kişiliğinizi oluştururken dikkat edin! Böyle ne idüğü belirsiz fantaziler doğurabilir.
Hayır, yapmadım mı? YAPTIM! Ego tatmini! Hehe. Geçen gün annemin arabasının kaputunda oturdum, bağdaş falan kurdum, eğlendim. Henüz en tepesine çıkmadım, çıkınca foto. çektircem! (: Yakındır!