28 Şubat 2010

Ganimetler

İşte dünden bana kalanlar :)

Dali.


Dali.


Miro


Picasso






VOGUE incelemesine titizlikle başlanmıştır, en kısa zamanda yorumlar yayınlanacaktır. :)

27 Şubat 2010

Ney, İspanyol Sevdası, Havuçlu Kek ve VOGUE arası yolculuk

Hafta sonu planlarının yarısı zevkle gerçekleştirilmiş, eve dönülmüş ve evet... Heyecanla blog'a yeni post açılmıştır! :)

İlk durak Taksim... Öncesinde tabi metroya kadar inip telefonun evde şarjda kaldığını fark etmenin insanın resmen böğrünü yakan acısıyla yüz yüze geldim. Hayır telefon bu... Bi de sergi için arkadaşımla buluşçam falan... Olmazsa olmaz, yani ney dersine giderken neyimi unutsam bu kadar koymazdı. (Telefon ne illet şeymiş ya..)
Tüm o yolu geri dönüp bi de üçteki derse geç kalabilitenin paniğiyle koştura koştura gittim, neyse ki de yetiştim. Bu arada ney hocam neyi tersinden, düzünden, yedi deliğinden, bilimum şekilde üfleyerek bir "Yetenek Sizsiniz" kaçkını olduğunu da ispatladı.

Sonra ordan bi koşturmaca daha... Doğru Nişantaşı'na... Planlanandan küçük bi rötarla arkadaşımla buluşup Portakal Sanat Evi'ni soruşturmaya başladık. Soruşturduğumuz adres de Midnight Express. :) Sorma amacıyla butiğe girip, birbirinden güzel ve pahalı tasarımları tek tek ellemek ve hiçbirini almadan "Aaa... Aslında biz bunu sorcaktık... Görüyo musunuz işte hihi :)" şeklinde sanat galerisinin adresini de öğrenip çıkmak paha biçilemez. (Ve evet, butiği ürünleriyle, satış elemanlarının bilgisiyle, vitrindeki takılarından, fiyat etiketlerine her şeyiyle sömürdük. Ama Midnight Express yaa... insanın içinin yağlarını eritir.)

İkinci istikamet. Portakal Sanat Evi. Monet'den Picasso'ya Batı Resminin Büyük Ustaları.
Sergi oldukça güzel. Galerinin iki küçük katında Dali, Monet, Manet, Picasso, Miro, Renoir.. Bayacak uzunlukta da değil. Her şey tam kıvamında, olması gerektiği gibi. Işıklandırma über cool. :) Sadece eserler aydınlıkta, geri kalan her şey karanlık. Çok mistik. :) Ve resmin en ufak renk değişimini yakalatacak kadar da zekice...
Eserlere zaten söz yok! Birbirinden mükemmeller. Resimde İspanyol algılayışına taptığımı söylemiş miydim? Bugün bunu bi kere daha hissettim de. İspanyollardaki bu algı nerden gelmektedir, gözlerindeki merceği kim ayarlıyor, gerçekten? Miro da Dali de Picasso da beni benden alabiliyorlar her seferinde. Hayır, deforme bir yüzün üstündeki pörtlek gözler, kırmızı bir surat, saçsız üçgen kafa üstündeki şapkanın nesi bu kadar etkiler insanı ya??
Bu arada ikinci katın hemen başlangıcındaki eskizler de yemeden yanında yatmalık. Ve yine Picasso ve Dali imzalılar. Eskizleri tuval resimlerinden daha çok seviyorum. Kağıt üstüne mürekkep, kurşun kalem... Daha samimi. Daha minimal. "Çizerken şunu da düşünmüş yaa..." dedirtebilen, daha kusur gösteren ama daha canlılar. Minikler yaa :)
İkram olarak da Monet'nin sevdiği haşhaşlı limonlu kek vardı ki... Hmmm... Tadı damağımda kaldı, ki minnacıktı yani, hakkaten tadımlıkmış. İkinci kere almaya çalıştık tabi ki "züğürt öğrenci" profiliyle; ancak bu girişimimiz büyük hüsranla sonuçlandı.
Sergiden koparabildiğimiz bir diğer şey de eserleri sergilenen tüm ressamlara dair bilgiler içeren sergi kataloğuydu ki, "Öğrenci misiniz?" diye sorup acıyan gözlerle hediye edilmiştir. O kadar mı züğürt gözüküyorduk?? Neyse binlerce teşekkür edip, kataloğu hemen çantaya atıp sıvıştık. :) İspanyol eserlerini de çekmeyi ihmal etmedim tabi; ama laptop'ı açma amacımın ödev yapmak olduğunu hatırlayınca onları yarın paylaşmak daha mantıklı geliyor. (Ve evet... 21:00'den beri "ödev yapıyorum".)

Sonrasında da Starbucks'ta oturup, engelleyemediğimiz kahkahalarla çevredekileri iyice rahatsız ederek kalktık... Çok hoş bi gündü.

Özetle:
  • Taksim haftasonu çekilmez derecede kalabalık. İğrenç... Her yer vıcık vıcık et parçası. İnsanlar da nefret ettiğimden değil, insan dozaşımından nefret ettiğimden. İğne atsan yere düşmeyebilir.
  • Nişantaşı Midnight Express ağız sulandırır, dikkat. Hele o parçalara dokunup hüzünlü gözlerle bakıp hiçbi şey alamadan çıkmak can yakıcıdır. Uyarmalı.
  • Portakal Sanat Evi sergi gezmek için ideal. Şiddetle tavsiye edilir. (Ancak Batı resminin büyük ustaları sergisi bu pazar bitiyo, o ayrı.)
  • Starbucks'ta 10 kuruşları cüzdanın dibinden çıkarıp çıkarıp, siparişin tam fiyatını vermek ve tezgahtarın o kuruşları sayarken deliye dönmesini izlemek (eee... Starbucks tezgahtarı alışık değil tabi bunlara) acayip keyifli.
  • Bunun üstüne, bütün parayı bozdurmadan eve gururla giderken annem arayıp bi simit almamı söyledi. Ve canım acıdı. Bi an hayattan bile soğudum. Ne yani, 10ytl'mi Starbucks'ta bozdurmamak uğruna havuçlu kekin yanına bi içecek bile almamışken, hem de bunu 10 kuruşlarla başarmışken, akşamın yedi buçuğunda bir simit için mi bozduracaktım? Yapılır mı bu ya, nası kıyılır o 10 liraya... bi simit için...
  • Ama emir büyük yerdendi ve almak zorundaydım. 10 liramı bir simit için bozdurdum. Ve bozulan para elde kalmadı. Dönerken de bir adet VOGUE aldım. :):)
  • Her şey iyi güzel de elde bir adet VOGUE, bir adet simitle eve dönerken sırtımdaki ney yüzünden "şşştt.. Grafiker!" şeklinde laf yememe ne demeli??!!
VOGUE demişken artık bi göz atmanın da zamanı geldi... Ve evet... Hala "ödev yapıyorum"!

25 Şubat 2010

Vogue Türkiye'de!

Modaya yön veren, "ikon" sıfatıyla, bi dergiden çok daha fazlası VOGUE artık Türkiye'de! Heyecanlı, değil mi!! Reklamları bi süredir televizyonda da dönüyordu, bana biraz Desperate Housewives'ın reklamlarını andırdı. Elma ve Havva motiflerinden olsa gerek...
Koleksiyonerler için özel numaralndırılmış ilk 1000 baskısı Çarşamba günü çoktan İstinye Park'ın açık markalar bölümündeki bi standda satıldı. Bize de diğer baskılar kaldı...

Moda çekimleri çok güzelmiş. Özellikle eski mankenlerin Bodrum'da buluşturulduğu çekimi merak ediyorum ben...

"Bence moda, sevdiğimizden nefret etmekle, nefret ettiğimizi sevmek arasında geçen bir zihin oyunu. Bence moda, içimizdeki vahşinin inkârı, görselliğin bedenle buluşması. Bence moda anarşi. Bireysel gücümüzün bitmek bilmeyen ifadesi, aynı zamanda zayıflığımızın maskesi. Bence Vogue, modanın dün de, bugün de, yarın da kabul görecek tek müesses ölçüsü. Bence Vogue, dünyaya kendi dilini öğreten, aynı zamanda yerel dillere de kulak veren bir imparatorluk. Bence Vogue hasadın en iyisinin toplandığı yer."
Hüseyin Çağlayan

İstanbul Fashion Week'ler... Vogue Türkiye... Yavaş yavaş İstanbul da bi moda şehri olabilir mi? Zamanı gelmemiş miydi zaten?
Ama bilmiyorum... Hala ikinci el kıyafet alışverişi yapanlarla dalga geçilen, siyahtan şaşmadan birbirine benzemek adına giyinen insanların şehri de bi yandan...

Vogue Türkiye resmi internet sitesi: http://www.voguemag.com.tr/

24 Şubat 2010

Monet, Picasso ve Harpagon :)

Daha pazartesiden haftasonunu beklemeye başladığımdan, bu haftasonu da hemen planlar yaptım. Ve.. Son iki güüün! :)

Cumartesi önce Taksim... ney dersim için.. Nefesime kuvvet diyorum sadece. Ondan sonra da hemen Portakal Sanat Evi'nde Monet'den Picasso'ya Batı Resminin Büyük Ustaları'nı görmeye! Edouard Manet, Claude Monet, Dali, Picasso, Chagall (son zamanlarda ne kadar çok Chagall sergilendi öyle..), Joan Miro (Spanish got the style, demek istedim (: ) ve bi sürü bi sürü başka palet! Heyecanlandım şimdiden... Bi de her gün resimleri sergilenen ressamların sevdikleri yiyeceklerden küçük ikramlar yapılıyormuş, yummy! Pazar son günü, acele etmek lazım.

Pazar da Kenter Tiyatrosu'nda Cimri'yi görmeliyim! Harpagon çok uyuz.. Birinin bu adamı dürtüp kefenin cebi yok evladım, falan demesi gerek. Acil!

23 Şubat 2010

Meraklar

Blogger'ın profil düzenleme kısmındaki meraklar olayı nedir yaa, gerçekten.
Meraklar??
Hmmm... tipeksleri sallayınca o ses nerden geliyo, onu gerçekten merak ediyorum. İçinde ne var??
Ama profilimi görüntüleyen birinin beni bu merakımla tanımasını istemiyorum, yanlış yargılara varabilir. Biraz ürkünç.
Ya da nutellanın gizli tarifini de merak etmiştim bak o reklamı ilk izlediğimde... Obez de değilim halbuki.

ps: An Education'ın başrolündeki Carey Mulligan BAFTA'da en iyi kadın oyuncu ödülünü almış. Artık gitmek farz oldu!

20 Şubat 2010

RIP Mcqueen


O da erken ölerek efsaneler arasına girdi... Alexander Mcqueen... Haute coture'ü sokakla birleştirebilen az modacılardan.
İntiharının üstünden 10 gün geçti, biraz geciken bi post oldu gerçi.
Annesinin ölümünden birkaç gün sonra 10 Şubat'ta evinde intihar etti. Hayattaki en büyük korkusunun annesinin kendisinden önce ölmesi olduğunu söylemişti bi röportajında.
İlham perisi, kendisi gibi İngiliz, dergi editörü ve yakın dostu Isabelle Blow'un 3 yıl önce ölmesinden sonra zaten kötü günler geçiriyordu. Annesinin ölümü de tetiklemiş olsa gerek.



Adanın en parlak yeteneklerinden... Kurukafa desenini hayatımıza katan (kurukafayı özellikle aksesuarlarında çok zarif bi şekilde kullanıyordu. Evet kurukafa ve zarafet.), defilelerini her şeyiyle teatral bir şova dönüştüren, yılan deseniyle flört eden, düşük belin yaratıcısı deha... Modanın holigan çocuğu. Hatta Alexander the Great. Artık aramızda değil.
Şüphesiz eksikliği hissedilecek...






Bu kurukafalı eşarp uzun bi müddet hayallerimi süslemişti, evet.








 
2009 Pre-Fall koleksiyonundan. En beğendiğim koleksiyonu olabilir.

Kalıcılığı yakalayabildi. Aykırı davrandı, düşündü ve yarattı. O gerçek bir sanatçıydı.

14 Şubat 2010

Bebek

Dünyanın en güzel şehirlerinden birinde yaşıyoruz. İstanbul'u çok seviyorum, çok. (Denizi olmayan bi şehre gitmek düşüncesi çok geriyor beni.) En sevdiğim semtlerden biri de tabi Bebek. (Şu ana kadar sevmeyeni, Bebek'te denize sıfır ev hayali kurmayanı da görmedim)
Bu sabah 435464734636 yıl sonra falan nihayet erken kalkıp Bebek'te yürüyüş yaptım. "Her gün düzenli fiziksel aktivite" dalgası okulla beraber çok zor oluyo malesef.


Sahile sıfır olması, daha "elit" kesimi, waffle'ı, café'leri, pazar kahvaltılarıyla Bebek dayanılmaz.
Bebek'te yürüyüş yapmak hem spor yapmak hem güzel güzel manzaralar, güzel insanlar görmek için ideal! Güzel insanlar görmeyi seviyorum...


İşte yürüyüş referans noktam. :) Sahilden bu fenere kadar yürüyüp geri dönmek.. Fiziksel aktivite anlayışım :)



Bebek Koru Kahvesi. Kesinlikle gidilesi. Hele pazar sabahları bi açık büfe kahvaltısı var ki parmak yalatır yani. Ya da yalatmaz, çok çeşit var. Portakal kabuklu marmelatından her çeşit croissant'ına... Sahipleri de çok tatlı insanlar. Gerçekten önemsiyorlar. Beğenmediğiniz yemeğe (ki pek de mümkün değil burada) para almayabiliyorlar. Bi keresinde de müthiş bi mozaik kek ikram etmişlerdi. İnce jestleri oluyor böyle. 

Bebek Koru Kahvesi'nin hemen yanında Taps var ki bira patates olayı burada aşmıştır. Denize karşı olmasının yanında 30 küsür değişik çeşit birasıyla tam bir keyif... Neyse. Konumuz her gün düzenli fiziksel aktiviteydi ya.





Fazla butik bilmem, çok butik gezmem. Ama Bebek'te Ottoman'ın hemen yanında, sahil yürüyüş yolunun başında Sack's diye bi butik var ki her önünden geçtiğinde o küçücük vitrinine takılıp kalıyorum. Yargıcı'yı andırıyor biraz. (Yine Bebek'te Yargıcı ve Yargıcı Accessories da karşı karşıya wafflecıların biraz gerisinde. Eklemeden edemedim. İndirim dönemlerinde bulamadıklarınız bu şubelerde genelde bulunuyor:) ) Bi de Ağustos gibi beyaz tiril tiril elbiseleri oluyor hafif "french", hoş.



Sack's tan geriye yürüdüğünüzde waffle'cılar (yummy!) dan sonra Mini Dondurma diye gerçekten de minicik bi yer var. Yaz için ideal. Dondurmaları MÜKEMMEL! Kavunlusu kesinlikle denenmeli!

Bi de Happily Ever After var. Çok şık bi yer. Laura Ashley'yi falan çok hatırlatıyo bana. Hiç oturmadım orda, bi gün gidicem ama... Ne zaman..


Sahil boyunca yürüyüş kesmediyse (ki kessin; ama diyelim çok gazsınız ve 4345633465 kalori yakmak istiyorsunuz) yürüyüşe Bebek Parkında devam edebilirsiniz.
Hemen orda, McDonalds'ın yanında, Caffe Néro var. Girişi hiç de dikkat çekici değil, ama herhalde Bebek'te en çok gittiğim yer olabilir. Genelde burada Starbucks veya Gloria Jeans tercih edildiğinden Nero biraz daha tenha oluyor. Balkonda yer kapıp hemen denizin üstünde bşiyler içme şansı daha fazla.



Akşamları da gelip kokteyl falan içilebilir. Kitchenette ve Kırıntı bu keyif için çok uygun! Kitchenette'in mojito'su, Kırıntı'nın da Sweet Baby kokteyli çok matrak! :)

Ve eveeett... Tüm bunları yapınca o yürüyüşte yakılan kalori kat kat geri dönüyor. Orda da bi uyarının gerekliliğini hissetim. :)

"Do you want to go to the seaside?
I'm not trying to say that everybody wants to go
But I fell in love on the seaside
On the seaside
In the seaside"
Seaside - The Kooks

Bu arada iPod'umda Nil Karaibrahimgil çalarken Janis Joplin resmi çıkıyor ve düzeltemiyorum. Kafamda "Benim daha boyum kaç, kilom kaç da benim yaşım kaç?" diyen bi Janis belirdi de travmatik yani.

13 Şubat 2010

Smart may have the brains, but stupid has the Balls!



Smart had one good idea, and that idea was stupid.

Bazı markalar vardır, her sezon reklam kampanyalarına gözüm takılır. Diesel bunlardan biri. Bir diğeri JeansLab olabilir, her neyse...
Diesel yeni sezonunda da yine çarpıcı bi sloganla başlamış: Be Stupid! İlk duyduğumda burun kıvırmıştım da reklamları görünce aptal olasım geldi. (Yok cidden değil..)



Smart critiques, stupid creates.

Hadi gelin beraber moron olalım falan demiyorum, ama reklam dediğin de böyle olmalı.

Smart has the plans, stupid has the stories.

10 Şubat 2010

!f

!f İstanbul'da An Education(Aşk Dersi)'ı izlemek istiyorum!

Ergenliğin verdiği sonsuz güvenle dünyayı fethetmeye hazır 16 yaşındaki Jenny’yle 1960’larda, Londra’nın banliyölerinden birinde tanışırız. Henüz, iletişimin MySpace, Twitter ve cep telefonu mesajlarıyla tanımlanmadığı bir dönem. 1960’ların sonlarında tüm dünyayı saracak yepyeni bir özgürlük ve kişisel ifade anlayışınınsa henüz kuluçkada olduğu bir dönem... İlk büyük rolünde Jenny’yi canlandıran Carey Mulligan’ın, başında bir kitabı dengede tutmaya çabaladığı sahneler, bir Audrey Hepburn filmiyle karşı karşıya olduğumuz izlenimini yaratıyor. Film ilerledikçe de, bunun basit bir benzerlik olmadığını, önümüzdeki yıllara damgasını vuracak bir yıldızla karşı karşıya olduğumuzu görüyoruz. Oxford Üniversitesi’ne gitmeye hazırlanan başarılı bir öğrenci, çello ustası olmaya aday bir müzik tutkunu ve yaşının ilerisinde bir bilgeliğe sahip Jenny, kendisinin iki katı yaşında, fırsat düşkünü, ama son derece çekici bir adam olan David’le tanışır. Sıradışı rollerin oyuncusu Peter Sarsgaard’ın canlandırdığı David’in Jenny’ye oynadığı baştan çıkarma oyunu, bilindik masumiyetin kirletilmesi hikayelerinden çok farklıdır. Orta sınıf ailesinden ya da sivilceli yaşıtlarından öğrenemeyeceği bir dünyanın bilgisini yutmaya hazır bir genç kadının en başından kabullendiği alternatif bir eğitimdir ikilinin arasındaki bu oyun. Jenny’nin aşktan bahsederken, “sürekliliği olmayan bir şey için bu kadar büyük sözler söylenmesini” anlamsız bulması, David’le ilişkisinin bir tür eğitimden başka bir şey olmadığının bilincinde olduğunu gösteriyor. Yeni Başlayanlar İçin İtalyanca filmiyle tanıdığımız Lone Scherfig’in yönettiği ve Nick Hornby’nin senaryosunu yazdığı film, İngiliz gazeteci Lynn Barber’ın anılarına dayanıyor. Aşk Dersi, iki yıl önce izlediğimiz Oscar’lı film Juno’ya benzer bir şekilde ergenlere saygı duyan ender filmlerden.



  • 1960'larda geçiyor. O kabarık saçlar, yüksek beller, çiçekli tiril elbiseler, inci küpeler...
  • Veee... Audrey Hepburn'ü andıran bir başrol oyuncusu!
  • Ve çello...
  • Ve "ergenlere saygı duyan ender filmlerden"
  • Kesinlikle izlemeliyim!
Cumartesi Fitaş'ta oynayacakmış.


Film tanıtımı !f İstanbul'un resmi sitesinden.

8 Şubat 2010

Pazartesi Sendromu

Hafta başı olduğundan değil yaa.. okulun başlaması olur, ona da zibilyon yıldır okula gitmekten alışmamız lazım, nedir nedir bu sendromun sebebi ya? Diyete girmek? I-ıh, nasılsa salı bozcağın diyete ne diye üzülürsün bu kadar?
Nedir bu pazar gününden insanın boğazına oturan yumrunun, karnına giren krampların nedeni? Pazartesi nelere kadirsin yaa...
Bi de pazartesi sabah kalkarken yatak daha bi sıcak mı oluyo ne.. Neden ki? Bilimsel bi açıklamasını biri yapsın artık, lütfen.

Şükür ki, ekşisözlük var: "son peygamberi kaçırıp eve taksiyle gitmek"
Puhahahaa :D

5 Şubat 2010

Othello WANTED!

Blog yazmanın dibine vurarak dün Othello'yu tam da II. perdenin ortasında kaybettiğimi yazmak istedim.
Masaya koyduğumdan emindim... Bi de başka bi kitaba da başlayamam birini okurken, olmaz yani, "prensip meselesi". Tam da atsan atılmaz, satsan satılmaz bi yerde kalmıştım.
Neyse ki sonra buldum, derin bi "Oh!" çektim.
Ama bi insan mikrodalganın içinde kitap arar mı ya? Ararmış.

4 Şubat 2010

Insomanyak ve Siestaları


Hayır efendim, insomnia'm falan yok. Olmasını da istemem. İsmi hoş yalnız, itiraf etmeli.

Sonuçta uyku beynin de vücudun da kendini yenileyebildiği yegane an. Cildi güzelleştirir, metabolizmayı hızlandırır, büyüme hormonları, protein salgılanması vesaire vesaire...
Ve ben yine de sadistçe uyku düzenimi MAHVETTİM! Aferin Eda.
Uzun taillerde böyle insomanyak takılmak (evet, "insomniac"ı böyle çevirebildim:)) sonra da kaçınılmaz siestalara dalmak iyi hoş da... Tekrar 7de kalkmaya başlıyınca nolcak bilmiyorum. Of.

"Bir misafirliğe gitsem
Bana temiz bir yatak yapsalar
Her şeyi, adımı bile unutup
Uyusam."

İzdivaç

Ganime Hanım, kendinden 8 yaş küçük İsmet Bey'le evlenmeyi kabul edecek mi?

3 Şubat 2010

Tarot

Uzun süredir kafamın içinde, köşede parlak bi fikir rahatsız etmekte. Hadi yaz artık beni, diyip duruyor.
Kendisi, bi öykü olma yolunda. Sadece tasarıda şu an. Kendini duyurmayı pek bi istiyor sanırım.
Fikre gelirsek:
Bi falcı... Tarot kartları açıyor, diziyor, insanlara geleceklerinden ipuçları veriyor. Tabi onların neleri duymak istemediklerini de bildiği için, her şeyi söylemiyor. Nabza göre şerbet hesabı biraz. Ama yalancı değil, gerçekten görüyor.
Bi gün genç bi adam geliyor. Ve sorusunu soruyor: "Kimim ben?"
Ve sessizlik...
Hiç böyle bi soru soran olmamıştı tabi daha önce, falcı afallıyor. Ne cevap vereceğini kestiremiyor. Kartları açıyor, adama kestiriyor, bi daha açıyor, bi daha ve bi daha... Diziyor sonra, sağdan sola, soldan sağa hatta yukardan aşağıya. Ama yok. Kartlar bi türlü cevaplamıyor.
Falcı cevabı veremeyeceğini söylüyor. Ama soru aklına takılıyor ve o da kendine soruyor: "Kimim ben?"

Adam bir daha geliyor. Başka bi soruyla: "Neden? Neden varım? Ne amaçla?"
Falcı yine cevaplayamıyor. Canı sıkılıyor, kendini hem aciz hem şaşkın hissediyor. O da soruyor kendine: "Neden?"

Sonra bi bakıyor, genç adamdan çok, kendisi sorar olmuş.
Ve sonunda buluyorlar adamın kim olduğunu. Ama belki de bulmasalar daha iyiydi, çünkü çok da talihli değil kendisi.

Neyse... Bunu öyküleştirsem iyi olur. Yapılacaklara eklenmeli tez zamanda!

2 Şubat 2010

Japon Balığı

Rei Kawakubo! Tapılası bi modacı!
Kendisi 42 doğumlu ve evet, 67 yaşında. (Nolmuş, Betsey de öyle!)
Nerdeyse bütün trendlerin anayurdu Japonya'dan. Tokyo'da güzel sanatlar ve edebiyat okumuş; ama şimdi moda tasarımcısı. Comme des Garçons'un kurucusu. Kendisi "anti-fashion"cı, biraz harajuku, biraz şehirli, giyilebilir sanat tasarlayan sihirli ellere sahip. Kıyafetleri "Hiroshima chic" olarak da nitelendiriliyor.
Ve Tanrım!
Tamam Karl ve Marc da var ama... Bu kadın da ruhumun değişmez sahiplerinden uzun süredir! (Ufukta Christopher Bailey de gözüküyor, ama ona daha var.)
Sevgili Rei, saç kesiminden eskizlerine. I admire you.









Düşündüm de bu kadının tarzı bi şekilde Tim Burton'ı hatırlatıyor bana.